Quantcast
Channel: Giz'li Teras
Viewing all 111 articles
Browse latest View live

Prag Günlüğü 2 - Prag Mezarlığı, Yahudi Mahallesi, Vaclav Meydanı

$
0
0
Gelelim Prag gezimizin 2. Postuna :) Bu sefer sizlerle Yahudi Mahallesi’ni gezeceğiz. Eski Şehir Meydanı’nda sırtınızı Eski Belediye Binası’na verip sola doğru dümdüz ilerliyorsunuz. Önce Prag’ın lüks mağazalarının önünden geçeceksiniz. Prag bana alışveriş ve modadan başka her şeyi ifade ettiği için bu mağazalarda vakit geçirmedim (İştahımı Paris’e saklıyorum da :p). Prag’ın geneli gibi burası da oldukça sakin bir sokak. 


Mağazalarda insan yok gibi. Biz sonbahar vitrinlerinden bir iki kare çekerek ilerledik. 




Karşımıza çıkan Davut Yıldızı’na sahip yapı Yahudi Mahallesi’ne geldiğimizi haber veriyor adeta.



Burada gezilecek bir sürü sinagog var. Biz Eski Belediye Binası’nın hemen yanında yer alan Eski Sinagog ile başlıyoruz gezmeye. Bu arada biletler paket olarak 480 krona (yaklaşık 50 TL) satılıyor. Buna tüm sinagoglar ve Prag Mezarlığı dahil.



Yukarıda solda yer alan Eski Sinagog Avrupa'da varlığını sürdüren en eski sinagog olmakla meşhur. Ne yangınlar, yıkımlar gerçeklemiş olsa da etrafında bu sinagog bir şey olmamış. 2. dünya savaşında insanlar sığınak olarak burada toplaşıp yaşamla ölüm arasındaki çizginin üstünde beklemişler.



Sinagoglarda ekseri fotoğraf çekmek yasak. Bu sebepten Eski Sinagog'un içerisini fotoğraflayamadım ve bu şekilde önünde fotoğraf çektirdim :) Aşağıda Eski Sinagog'un hemen yanında bulunan Yahudi Belediye Sarayı'nı görüyorsunuz. 



Dönemin ünlü beledie başkanı Maisel'in evine doğru gidiyoruz.



Maisel dönemin kralı 2. Rudolf'a Türk'lerle baş edebilmesi verdiği borçlarla çok zengin olmuş ve sonrasında Maisel Sinagogu'nu yaptırma iznini alabilmiş. Aşağıda Maisel'in evini görüyorsunuz.


Maisel Sinagogu,



Klausen Sinagogu,



Sinagoglar arasında en çok sadeliği ile ön plana çıkan Pinkas Sinagogu’ndan etkilendim. Duvarlarda 2. Dünya Savaşı’nda hayatlarını kaybeden 80.000 isim, doğum tarihleri ile sıra sıra yazılmıştı. Burada o isimlere bakarken kaybolan hayatların girdabında boğulur gibi bir düğüm gelip oturdu boğazıma.



Çıkışa doğru ilerlerken üst kattaki çocuk sergisini de gezmeye karar verdik. Sonra gün boyunca kafesinde ezilmiş bir kuş gibi kalbim ağır, hüzünle gezdim şehri. Üst kattaki sergide toplama kampındaki çocukların bir gün kurtulacakları umudu ile yaptıkları resimler vardı. Aralarında kurtulanlar olduğu kadar o umut sönmeden yaşam ışıkları sönenler daha fazlaydı. Boyalarının değdiği kağıt hala karşımda cam bir duvarın ardında dururken bedenlerinin çocukken dünyayı terk etmiş olması insanlığın bir ayıbı olarak işledi içime.



Pinkas Sinagogu’nun hemen yanındaki patikadan Prag Mezarlığı’na çıkıyorsunuz. Burada insanlar 12 kat üst üste gömülmüş. Binlerce mezar taşı düz, çarpık dip dibe duruyor.
 
Mezarlar üstünde yer alan semboller orada gömülü kişinin ailesinin mesleğini temsil ediyor. Kutsayan eller Cohen ailesi mensuplarının mezar taşlarında görülüyor. Soyadı Cohen olan tüm Yahudiler kutsal sandığı taşıyan kişilerin soyundan geliyor.

Balık sembolünü görüyor musunuz?



Üzüm kutsama ya da bolluğu simgelerken, makas da terzileri simgeliyor.

Prag Mezarlığı’nda Haham Löw’ün mezarı önünde durarak onun hikayesini dinleyelim. 16. Yy.da Tora’yı inceleyen bilgin ve filozof Haham Löw’ün sihirli güçleri olduğuna inanılırmış (Kabala master’ı olarak).  Haham Löw bir gün kilden Golem isimli bir figür yaratıp onun ağzına koyduğu tablet ile canlandırmış. Haftanın 6 günü kendisine sinagogun işlerinde yardım ediyor kalan 1 günde de  Haham Löw Golem’in ağzından tabletini çıkarıp onu dinlendiriyormuş. Sonra bir gün tableti yerleştirmeyi unutmuş ve sonra Golem canlandığında çok sinirlenerek çılgına dönmüş her şeye saldırmaya başlamış. Bunun üzerine Haham Löw de tableti sonsuza kadar çıkarıp kendisini sinagogun tavan arasına saklamış.




Prag Mezarlığı’ndan ayrılarken bu ufak antika saat dükkanı ile karşılaşıyoruz. Bir bakmak için girdiğimiz bu dükkandan kendime Prag hatırası olarak 40 yaşında bir saat alıyorum ve gezi boyunca kolumdan bir daha çıkarmıyorum :)




Nasıl sizce yakışmış mı? :)


 


Meydana yürüyerek bir şeyler atıştırmak için duruyoruz. Prag’da adım başı Panerai isimli bir sandviç zinciri var. Biz çok sevdik burasının lezzetlerini. Gün içindeki koşturmada oturup uzun uzun yemek yiyemediğimiz için elimize sandviçlerimizi alıp dolaştık. Gidecek olanlara tavsiye ediyoruz füme tavuklu bagetlerini ;)


Yine ünlü Bohemia kristallerinın ışıldadığı bir dükkana rastlıyoruz.

 

Prag Belediye Meclisi’nin önünden geçiyoruz.


Vaklav Meydanı’na doğru ilerlerken bizim İstiklal Caddemiz gibi geniş bir sokak ve sıralı dükkanları görüyoruz.

Amadeus filminin çekildiği 19yy.’ın sonlarından kalma ünlü opera binası da buraya yakın bir sokakta yer alıyor (Vaklav Meydanı ile Eski Şehir Meydanı arasında). Mozart'ın Don Giovanni adlı eseri ilk kez burada sahne almiş.


Bu arada ünlü Çek sanatçı Mucha’nın da müzesi burada. Zaten çalışmalarına hayrandım, ancak sergiyi gezip de o çizimleri detaylı inceledikten sonra bir kat daha arttı hayranlığım. Müzede fotoğraf çekmek yasak olduğu için web’den bir iki kare ile hayranlığımı görselleştiriyorum.


Mucha’nın büyülü bir dünyası var. Art Nouveau stilinin en ünlü isimlerinden birisi olan Mucha çoğunlukla kadınlarla dörtlemeler yapıyor. Dört mevsim, günün dört vakti, dört sanat dalı gibi. O kadınların ifadelerinde hep bir çocuksu ifade, buruk bir hüzün ve kadınsı bir gülüş var. Saçlarında çiçekler, açmış bahar dalları, doğanın güzelliği var resimlerinde.




Sanatın dört dalına ithafen yaptığı eser:


Günün dört vakti:


Dört mevsim:
  
Dört değerli taş:

Mucha müzesinin bulunduğu sokaktan kaynağına akan bir nehir gibi tekrar meydana akıyoruz. Vaclav'da birçok otel ve mağaza bulunuyor. Ortaçağ’da at pazarı olarak kurulan meydanda günümüzde dekoratif birçok yapı bulunuyor.

Bu yapılardan en çok, yol boyu ilerleyinde sağ köşede kalan Wiehl Evi’ni sevdim.  Neo-Rönesans tarzının günümüze kadar dayanmış güzel bir örneği olan ev, adını mimarı Antonin Wiehl’den almış ve 1896’da tamamlanmış.

Wiehl Evi’nin köşesinden sağa saparak şehirdeki en iyi yerel Çek birasının bulunduğu  U Fleku’ya doğru yol alıyoruz. Buradaki yapıların sıralanışı ve tramvay bana Karaköy’ü anımsattı :)


Uzunca bir yürüyüş yapıyoruz. Bu esnada yorgunluk ve susuzluğun yanında suyun fiyatının merkezden bu kadar uzakta üçte birine düştüğünü görüyoruz.


Boticelli’nin Venüs’ünün resmedildiği yapının önünde durup inceliyor sonra da sizin için fotoğraflıyorum :)


U Fleku inanılmaz şirin lokal bir meyhane. Bir söylentiye göre 1499 yılında kurulmuş olan meyhanenin siyah birası (lager) çok meşhur.


Sürekli elinde tepsi ile dolaşan garsonlar bardağınızı bitmeye yakın gördüğü anda içeceğinizi tazeliyorlar. Fiyatları oldukça uygun ve biraları gerçekten lezzetli. Normalde (bana göre) biranın içerken insanı iten bir tadı vardır ve kırk yıl dursam canım çekmez ancak tattığım bu biranın içimi çok hafif.




Menüsünde çok fazla çeşit var ancak biz geleneksek tatları tercih ettik.


Prag’ın en ünlü yerel tatlarından gulaşı (aslında Osmanlı’dan almışlar bu yemeği esas adı “kul aşı”) ve yanında onların yaptığı yassı ekmeği burada tattık. Sulu et yemekleri ile normalde hiç aram olmamasına rağmen, buradaki etin pişme kıvamı ve bana ağır gelen salçalı soğanlı suyun tadı çok kararındaydı.



Yerel sosisinden de tattık ve onun da tadını çok beğendik. Bu arada U Fleku'da servis inanılmaz hızlı, ne olduğunu anlamadan tabağı önünüzde buluyorsunuz.


U Fleku’de sürekli akordeon çalınıyor, inanılmaz keyifli, çok da neşeli ve samimi bir ortamı vardı.


Kalkarken bahçesine de göz attık, içerideki dev salonların yanında bahçesi de oldukça genişti. U Fleku'nun avlusundaki kabartmalar geçmişten günümüze çok güzel bir şekilde bozulmadan kalmış.




Akşamüstü güneşi altında U Fleku’ye son bir bakış ;)



Prag gezimizin 2. Kısmının sonuna geliyoruz.  Geriye son bir post daha kaldı, onda da Prag kalesi ve müzeleri anlatacağım. Prag hep ufak bir şehir izlenimine sahipti benim için ancak içine girince görüyor ki insan didiklenecek çok fazla detay var ve dolu dolu şehri yaşamaya kalkarsanız günün 15 saati yürüyor olmak bile yetmiyor, benden söylemesi  ;)




Prag Günlüğü 3- Prag Kalesi, Küçük Mahalle, John Lennon Duvarı ve Müzeler.

$
0
0

Prag gezimizin son kısmına geliyoruz. Bu sefer sizleri Prag Kalesi’ne ve sonrasında müzelere doğru bir gezintiye çıkaracağım. Prag’da her şeyin müzesi var. İşkence müzesi, balmumu heykel müzesi, seks oyuncakları müzesi, çikolata müzesi… gibi uzuyor liste :) Biz de bu listedeki gezilesi yerlerden nasibimizi çokça aldık.
 

Prag Kalesi’ne, benim Prag’ta en sevdiğim yer olan Charles Köprüsü’nün devamında yürüyerek ulaşıyorsunuz. 


Girişte yine ufak maketler gibi sıralanmış uçuk renklerde Avrupa mimarisi evleri görüyorsunuz… Aşağıdaki meydandaki dikilitaşın üzerindeki piramit ve içindeki göz yine bana göz kırpıyordu, resmen Avrupa'nın her yerine çakılmış bu sembol :)
 

Kaleye yürürken Küçük Mahalle’den geçiyorsunuz. Burada eskiden adres tarif ederken evlerin üzerindeki semboller kullanılırmış ve o sembol içinde oturan kişinin mesleğine göre seçilirmiş. Şimdi sizlere yukarı bakmaktan boynumu ağrıtan bu sembollerden en sevdiklerimi sunacağım :)
3 nesil keman yapımı ile uğraşan zanaatkar bir ailenin evi... 
Kırmızı kuzunun neyi sembolize ettiği bir sır ancak en çok ilgi gören evlerden birisi.
İki güneşli ev de en güzel kabartmalardan birisine sahipti. Sıcağın altında yukarı doğru uzanan yokuşu bu işlemeleri inceleye inceleye çıktık.

 
Tepede bir anıt gibi yükselen yapının üstünde yine içerisinde göz olan bir piramit yüksekten her yere hakim olurcasına bakıyordu (Dan Brown gibi hissediyorum bu satırları yazarken :p)

Şair Jan Neruda’nın (Pablo Neruda ile akrabalığı var mı diye geliyor insanın aklına ama yok :) ) yaşadığı ev.


Prag’da fark ediyorsunuz ki kuklacılık önem verilen bir sanat dalı. Don Giovanni’yi kuklaların performansı ile izlemiş birisi olarak iyi ki bu önemi veriyorlar diyebilirim.


Kalenin girişindeki heykellerin neden bu kadar şiddet dolu olduğunu anlamaya çalışırken önünde ip gibi uzanan kuyruğu önce bilet kuyruğu zannettik.



 
Görseniz nasıl bir kuyruk, insanlar kraliçe geçecekmiş gibi geçit yolunda birbirini eziyor. Merak bu ya, yanaşıp sorduk hararetle bekleyen bir gence. O da askerlerin nöbet değişimi olacağından bahsetti. 

 
“Bu kadar tantana nöbet değişimi için mi cidden?” diye sormadık tabi. O sırada marş marş gelen askerleri bizzat göremesem de havaya kaldırıp rastgele çektiğim bu karelerle o mes’ut anı görüntülemiş oldum :p Rehberimiz Dehan eşliğinde içeriye doğru ilerledik.

 
Aziz Vitus Katedrali’nin heybetli görüntüsü hayranlık uyandırıcıydı, gül pencerenin ve kapı üzerindeki dini hikayeler anlatan heykellerin dili olsa da konuşsa ancak bu kadar etkileyebilirdi beni.





Katedral’in dış yapısına bu kadar hayran kalıp da içindeki vitrayları görünce çok daha bütünsel bir güzellikten keyif alıyorsunuz. Hristiyanlar dini hikayeleri resmetmek için sanatı geliştirmişler, keşke biz de kendi dinimizdeki hikayeleri bir şekilde sanat ile anlatmış olsaydık. Yasak, günah demeden Tanrısal sevgiyi sanat yoluyla dile getirseydik demekten kendimi alamadım.
 

 

 
Vitrayların genel olarak birbirini andıran havası içerisinde bambaşka duran bir tanesi çarptı gözüme. Mucha'ya ait bu vitrayda, resmedilen karakterler keskin ifadeleri ile hemen sivriliyordu.


  Gül pencerenin içeriden görünüşü...

 
Katedral içerisinde bir yazıtta DILEM (ikizimin adı) adına rastlamak hepimiz için süpriz oldu :)



Yukarıdaki karede Vaftizci Yahya Şapeli aşağıda da Kutsal Haç Şapeli yer alıyor.


Saf gümüşten işlenen Aziz Jan Nepomucky'nin mezarı.

 
Aziz Jan Nepomucky'nin mezarı. Aziz Vaclav Şapeli. Duvarlarında yarı değerli taşlardan süslemeler yer alıyor.


 
 Kilise orgunun dev görüntüsü ile karşılaşınca esas sesini merak ettik doğrusu :)



 
Katedralin çıkışına doğru ilerlerken incelediğimiz bir vitrayın tepesindeki tek gözlü piramit Prag’ın her köşesine bu işaretin işlendiği şüphesini içimizde kuvvetlendirdi. Bu arada vitrayları canlı görmek şüphesiz çok daha etkileyici, fotoğraf renkli camlara vuran ışığın büyüsünü büyük ölçüde öldürüyor.



Öğle sıcağında saatlerce yürümüş olmanın verdiği yorgunluk ile bahçedeki huzurlu kafeye oturduk. Yeşillerin arasında buzlu kahve ve elmalı pay bizi kendimize getirdi :)





Hani soruyorsunuz ya sevgili okurlar, BeTwin Us’taki kıyafetlerinizle mı sokakta dolaşıyorsunuz diye, cevabımız aşağıdaki karede. Stil fotoğraflarını ya yemekten önce çekiyoruz sonra şık bir mekana o kıyafetle gidiyoruz, ya da sabahtan çekip sadece ayakkabıları değiştirerek güne devam ediyoruz ya da salaş bu şekilde dolaşıyoruz ;)

 
Kaleye doğru ilerlerken katedralin arkasından dolaştık ve anladık ki yapı her açıdan ayrı güzel.



 
Kraliyet Sarayı’na girdiğimizde hayal kırıklığına uğruyoruz. Koskoca Kraliyet Sarayı nasıl bu kadar sıradan olur, her şeyi ile soylu bir burjuva evinden de sade sarayın salonuna bakın (Vladislav Salonu).



Kraliyet arması ve duvarlarda kraliyet ailesinin resimleri yer alıyordu.


 
Burası da kralın tahtının bulunduğu oda. Katedralleri bu kadar işlemeli, muazzam olan bir yerin kral odasının bu derece mütevazi oluşuna anlam veremedik.

Saray içerisinde dolaştığımız salonlardan birinin duvarlarını orada çalışan katiplerin armaları süslüyordu.





Burası da meşhur pencereden atılma olayının geçtiği pencere. 1618’de Habsburg Dükü Ferdinand’ın tahta çıkışını protesto eden protestanlar saraya yürüyerek iki valiyi ve de sekreterlerini bu pencereden aşağıya atmış. 15 metreden hayvan dışkısına düşen  valiler ölmemiş bu olay da Katolikler tarafınan meleklerin mucizesi olarak yorumlanmış :)
 

Eski kitapları zaten çok severim ancak bu kadar renkli, bulunduğu yerden sanat eseri gibi etrafa güzellik saçan kitapları bir arada görmemiştim daha önce :)


Üst kattaki salon…

Sarayın çıkışındaki meydandan Altın Yol’a doğru ilerlemeden durup etrafımıza bakıyoruz. Prag’da mimari yapıların bütünsel uyumu çok estetik, tek bir sokakta ya da bölgede değil bütünde korunan bu hava şehrin en etkileyici yanını oluşturuyor. Prag, açık hava müzesi ithafını boşuna almış bir şehir değil.




Unutmadan, simyacılık Prag’ın geçmişte ünlü olduğu bir alan. Oyuncak gibi ufak, renkli evlerin sıralandığı Altın Yol adını vakti zamanında burada yaşayan kuyumculardan almış, ancak gerçekte Barut Kalesi’ne yakın oturan simyacıların burada ikamet ettiğine dair söylentiler çıkmış.


Evlerin birçoğu hediyelik eşya satan ufak dükkanlara çevrilmiş, bir kısmı da eskiden içerisinde yaşayan insanların yaşam ortamını canlandıracak şekilde restore edilmiş.


Franz Kafka kızkardeşi ile birkaç ay No:22’de kalmış. Evler o kadar minik ki gerçek insanlar için değil de hobitler için yapıldığını düşünebilirsiniz.


 
Bu minik evlerin içine göz atmaya ne dersiniz? :) Önce bir zanaatkarın evi ile başlıyoruz.



Kapısında baykuş resmi asılı bu ev de da medyum Mathilda’nın eviymiş.





Altın Yol’dan çıkıp kale etrafında dolaşarak Prag’a tepeden bakıyor ve şehrin merkezine doğru tekrar yürümeye başlıyoruz. Yukarıdan ufak legolar gibi duran turuncu çatılı yapıları izlemek çok hoş bir duygu.




 

  
Ufukta küçük Eiffel'i görüp Küçük Mahalle'ye inen merdivenlere doğru ilerliyoruz. Buradaki evler de set üstüne dizili şehri tepeden görüyor, bir ayrı güzel.




Küçük Mahalle’nin içinden geçerken John Lennon duvarını arıyoruz. Nehrin aktığı yerlerde demir parmaklıklara kilit asıp dilek dilemek adeti yerleşmiş. Turistler o kadar benimsemiş ki bu adeti her yeri kilit doldurmuşlar :)






John Lennon duvarında özgür kalplerin sevgi dolu yazıtları karşılıyor bizi. Bu duvarı o kadar çok beğeniyoruz ki aklımızda olmamasına rağmen ertesi gün stil bloğumuz için fotoğraf çekmeye karar veriyoruz. Bu duvara ilk grafitiyi John Lennon'ın öldürüldüğü günün ertesinde İspanyol bir sanat öğrencisi yapmış, polis daha sonra silmiş. Öğrenciler tekrar yapmışlar, polis yine silmiş. Bu şekilde bir kovalamaca halini almış ancak daha sonra polis vazgeçmiş olmalı ki sürekli değişen resimleri ile bu harika duvar çıkmış ortaya.

 


Prag’da birçok müze var demiştik, sırası yolumuz düşen yerleri gelin birlikte gezelim :) Öncelikle Kafka Müzesi’ne gidiyoruz. Burada fotoğraf çekmek yasak olduğu için müzenin sadece girişini görüntüledim. Müze insanın tüm duyularına hitap edecek şekilde tasarlanmış. Kafkaesk, labirent gibi bir ortamda yazarın kitaplarında soluduğunuz o havayı somut bir şekilde ciğerlerinizde hissediyorsunuz. Kafka’nın mektupları, ödipik psikolojisi, içinden çıkamadığı bunalımlar ve sayısız başarısız aşkını bir zaman çizelgesi içerisinde adım adım yaşıyorsunuz. Ölümünden önce hasta olduğu dönemde “ağız dolusu su” içmek için nasıl kıvrandığını el yazısından okuyup çektiği fiziksel acılara da ortak oluyorsunuz. Prag’a gidecekler için Kafka Müzesi olmazsa olmaz bir durak.



Eski Şehir Meydanı’nda yer alan Bal Mumu Müzesi’ne tamamen meraktan girdik :) Bazı heykeller çok gerçeklerine çok benzerken bazıları ise ancak uzaktan akrabası olarak andırıyordu :P


Meydanda anıtı olan Jan Hus'un mumya heykeli aşağıda solda, sağda ise ünlü bir Prag Kralı onun altında da dört eşi yer alıyor.



Haham Löew  ve onun yarattığı Golem :)


Franz Kafka, resimlerinden tanıdığımız haline pek az benziyordu.

Mozart'ın öldüğü yaşı düşününce, heykeldeki ancak babası olabilir dedik :P


Gelelim en sevdiğim heykele, ressam Mucha.



Prag’da her şeyin müzesi var derken abartmıyorduk inanın. Eski Şehir Meydanı’ndaki sokaklarda gezinirken seks oyuncakları müzesine rastlıyorsunuz.  Girişte ateşinizi ölçen bir koltuk bile var :p Bu müzede görüyorsunuz ki insan ırkı yaratıcılığın sınırlarını yüzyıllardır zorluyor. İcat etme kavramına boyut kazandırmış aletlere şaşkınlıkla bakıyorsunuz.



 
Son olarak işkence müzesine girelim dedik. Burada da Orta Çağ denen karanlık dönemde insanların ne derece sadist, nefret dolu ve zalim olabileceklerini görüyorsunuz. Biz gezi kitabımızda yer alan müzeyi değil, meydanda rastgeldiğimiz işkence müzesini gezdik.

 

Aşağıdaki aletler kurbanların tırnaklarını sıkıştırmak için kullanılıyormuş.


Erkeklerin savaşa giderken eşlerine giydirdikleri bekaret kemeri sebebi ile enfeksiyon kapıp ölen kadınlar da varmış.


Çivili koltuk, daha sayko olabilir mi gerçekten?

Burada kilise rahibi suçlunun cezasını keserken bir yandan da kemikleri kırılana kadar gerilmek sureti ile mahkum cezalandırılıyor. Bunun yanında kadınlar için yakılma da çok yaygın bir yöntem. Hem de elle tutulur bir sebebe ihtiyacı yokmuş kilisenin, cadı adını verdiği herkesi gözünün üstünde kaşı var diyerek yakabiliyorlarmış.





İşkence Müzesi’nde yeterince içiniz karardıysa sizi hemen yanında bulunan Belçika Çikolatacısı’na alalım. Burada şekerleri gözünüzün önünde yapıyorlar. Çikolatalar son derece lezzetliydi :)

 







 
Meydanda Storch Evi ve Kafka’nın evinin önünden geçerek gezi kitabımızın önerdiği İtalyan Restaurant’ı Kogo’ya gidiyoruz. Müthiş Opera Binası’nın hemen yanında bulunan bu restaurant, kendi halinde ama bir o kadar da sevimliydi.


Müthiş Opera Binası’nın hemen yanında bulunan bu restaurant, kendi halinde ama bir o kadar da sevimliydi.

 

Pizza ya da makarnalarını tatmadık ancak Risotto’ları muhteşemdi. Bu arada porsiyonlar 3 kişilik ye ye bitmiyor, giderseniz kesinlikle tek başınıza bir yemek ısmarlamayın sonra yarısı kalıyor.



Tiramusu ise çok parlak değildi, kreması katılaşmış ve altındaki kedi dilleri kuruydu.
 
Akşam yemeğimizi de yedikten sonra Don Giovanni’nin kukla gösterisine gittik, sevdiğim bu operanın esprili yorumundan ve usta kuklacıların izlerken sizi tamamen kukla dünyasına çeken performanslarından çok keyif aldık  :)







 
 


 
Sonrasında Astronomik Saat Kulesi'ne tırmanmaya karar veriyoruz. Hava kararmak üzere ve şehrin ışıkları alacakaranlıkta yeni parlamaya başlamış. Prag’a veda etmek için daha güzel bir manzara olamazdı. Epik denilebilecek bu günbatımını kulenin dört köşesinden uzun uzun izledik.








 
Prag masalsı, hüzünle yıkanmış bir şehirdi. Geçirdiğimiz her andan çok keyif aldım, olur da yolunuz bu Orta Çağ kentine düşer ise günbatımında saat kulesine tırmanmadan şehirden ayrılmayın ve tüm şehri yürüyerek her köşesine gözünüzü değdirerek, zihninize yazarak yaşayın. Paris gezimizde görüşmek dileğiyle... ;)

Mathias Enard - Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara

$
0
0
Roma ve Paris’te Michelangelo’nun eserlerini beğeni ile inceleyip kendisine olan hayranlığım kat be kat arttıktan sonra, Can Yayınları’ndan çıkan Mathias Enard’ın “Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara” adlı kitap kendimi, beslediğim bu hislere tercüman olurcasına sanatçının dünyasına açılan bir pencerede bulmamı sağladı. Enard’ın eseri, 16.yy’ın başları Kostantiniyye’sini Michelangelo’nun gözünden görmemizi sağlayan, sürükleyici, masalsı bir hikaye. Gerçekte Michelangelo’nun İstanbul’a gelip gelmediği kesin olarak bilinmemekle ve tarihçiler tarafından onaylanmamakla birlikte, yazar buna kesin gözüyle bakıp kitabın sonunda Sultan II. Bayezid’in davet mektubu ve sanatçıya ait çizim taslakları vasıtasıyla bunu belgeliyor.

 
Kitap isminin aksine bir savaş kitabı değil, filleri de anlatmıyor :) Okuyucuya, Haliç’e bir köprü yaptırmak isteyen II. Bayezid’in Da Vinci’nin projesini mühendisler tarafından yapılamaz ve ütopik bulunması üzerine kendisine bahsedilen bir diğer sanatçı olan Michelangelo’yu İstanbul’a davet edişini ve kendisi için bir köprü tasarlarması isteyişinin hikayesini anlatıyor. Da Vinci ile arası pek de iyi olmayan ve kendisini (ona üstünlüğünü) ispatlamak isteyen Michelangelo da bu teklifi kabul ederek gemi ile İstanbul’a geliyor ve olayları sonrasında onun gözünden yaşıyoruz. 


Biz nasıl ki Avrupa’ya gidince mimarisi, kültürünün farklılığından etkilenip hayran kalıyoruz, Michelangelo da aynı şekilde alışmış olduğu kültürden İstanbul’a gelince şehrin farklılığı karşısında büyüleniyor. Enard bu hisleri bir yabancının gözünden çok samimi bir şekilde aktarıyor.


Kitabın yalın, heyecanlı ve akıcı üslubu dışında okurken sizi etkileyen bir diğer şey de Avrupa’da eserlerine büyük hayranlıkla baktığınız sanatçıların yaşadığımız şehre teğet geçmiş olması. Keşke Haliç köprüsü tamamlansaydı ya da Da Vinci de başka bir eser, bir anıt dikmiş olsaydı şimdi sahip olduğumuz kültür mozaiği nasıl da daha zengin olurdu diyorsunuz. 

Kitapta, Michelangelo ile İstanbul’daki rehberi Priştine’li şair Mesihi’nin platonik ve belki de tek taraflı aşkı dramatik bir son ile kurgulanmış. Doğu ile Batı’yı bu iki karakter üzerinden sanat, din ve aşk üçgeninde düzlemsel bir köprü kurarak bir araya getiren yazar, olayları ve dönemin Kostantiniyye’sini tıpkı 1001 gece masalları arka planı gibi resmetmiş.

“Onlar çocuk; savaşları ve kralları,
Atları, şeytanları, filleri ve melekleri anlat onlara ama aşk
Ve benzeri şeyleri anlatmayı da unutma.”

Mathias Enard’ın 2010 Goncourt Des LyÈens ödülüne layık görülen eseri “Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara” bir çırpıda keyifle okuyacağınız ve kitaplığınızda saklamak isteyeceğiniz keyifli bir kitap. Michelangelo’nun tasarladığı köprünün akıbetini ise siz kitabı kendiniz okuyarak ve biraz da üzülerek keşfedebilirsiniz.  


Yaza Veda Ederken...

$
0
0

Yaza veda ederken, hayatın içinde mekanik akıp giden günlere inat doyasıya bir gün yaşadık tarihi yarımadada.
 

Sahile inip arabamızı bıraktık. Feribota atlayıp güneşin batışını en güzel renkleri ile izledik..

Işık oyunlarıyla bulutlar, uzaktan Galata Kulesi göz kırpı bize :) 


Sultanahmet Meydanı’na doğru yürürken rengarenk binaların arasında kaybolduk. O tarihi kokuyu içimize çektik.


Hint restoranında yemek yedik, sonra Derviş’te nargile çay keyfi yaparak sema ayini izledik. Semazen döndükçe eteklerinde dünya da döndü durdu tüm kaygılarından arınarak...

Yazın son ılıklığı akşam rüzgarına teslim olurken meydandaki çeşmenin değişen gökkuşağı renklerini izledik.



Sakin bir yürüyüşle geceyi noktalamadan hemen önce, Yeşil Ev’in kapısındaki ay yıldızları gönlümüze yazdık.



Siz de yaza veda ederken, sevdiğiniz ve yaz boyu gidemediğiniz bir yer düşünün. Orada tüm yazı yaşayamamışçasına doyasıya bir gün yaşayarak gönlünüzce güle güle deyin bu güzel mevsime... :)

Retromance

$
0
0
Uzun zamandır ev dekoru postu yapamadım. Yaz boyu evde pek duramadığımdan ve ev dekoru alışverişine hiç fırsatım olmadığından olabilir bunun sebebi :) Sonbaharın gelişi ile ufak değişiklikler, yeni fikirler aklıma üşüşürken henüz öğrendiğim bir ev dekor mağazası olan “Retromance”i paylaşmak istiyorum.

 
Siz de eğer country tarzını seviyorsanız, vintage olan her şey güzel geliyorsa, provence havasının ferahlığından mutlu oluyorsanız bu mağazaya bir göz atın. Yastıklardaki vintage baskılar ve dantellerin naif dokunuşu masalsı bir hava katıyor dekora.

 
Beni bu mağaza ile tanıştıran darkchocolatebrown’a teşekkür ediyor en kısa zamanda Retromance'i ziyaret ederek bu güzelliklerden terasa almak istiyorum :)


 
 


Retromance’de yatak örtürü, nevresim takımları, banyo & mutfak tekstilinin yanı sıra kişiye özel dekoratif ürün tasarımı da yapılmakta. Bu anlamda sadece kendinize değil, sevdiklerinize hediye alırken de güzel bir opsiyon olabilir.


Şu an için tek mağazaya sahip Retromance Bağdat Caddesi'nden Marks & Spencer'ın sokağında yer alıyor. English Home, Madam Coco gibi epik vintage bir tarza sahip Retromance'in evli, evlenme hazırlığında birçok insana ilham vereceğini düşünüyorum ;) 

Sütlü Hindistan Cevizi Topları :)

$
0
0

Tüm yaz boyunca yediklerime dikkat etmem sebebi ile mutfağımdan tatlıları uzak tuttum, sonbaharın gelmesiyle bana da bir rahatlık geldiğinden midir yoksa tatlıları özlediğimden mi bilinmez, kendimi eski tarifleri karıştırırken buldum. Ferrero’nun hindistan cevizli çikolatası vardır ya, yersiniz tadı damağınızda kalır, işte bu minik sütlü hindistancevizi topları en az onun kadar güzel :) Annemin tariflerinden evlenirken almayı unutmadığım bu tadı sizlerle de paylaşmanın vakti geldi.
 
 
Malzemeler;

1 Paket krema

Yarım su bardağı toz şeker

4 su bardağı Hindistan cevizi

1 su bardağı süt tozu

Yarım paket pötibör

 
Yapılışı da oldukça pratik. Önce, yarım paket pötibörü rondodan çekip un haline getiriyoruz.

 
Bir kabın içerisine 3 su bardağı hindistan cevizi, 1 su bardağı süt tozu, yarım su bardağı şeker (tatlı seviyorsanız biraz daha fazla koyun), 1 paket krema ve un haline gelmiş pötibörlerimizi ekliyoruz.

 
 
Daha sonra tüm malzemeler homojenize olana kadar yoğuruyoruz. Ben homojenize olduktan sonra da gücüm tükenene kadar yoğuruyorum (bkz şekil 1a :p) böylece şekeri krema ile eriyor ve malzemeler daha iç içe geçerek çok hoş bir tat oluşturuyorlar ;)



Daha sonra karışımdan ufak parçalar kopararak yuvarlıyoruz ve kalan 1 su bardağı Hindistan cevizine bulayarak bir tabağa diziyoruz. Süt toplarını servis öncesi 7-8 saat buzdolabında bekletirseniz çok daha lezzetli oluyor, yalnız kurumaması için tabağın üstünü streç ile sarın.

 
Bu tatlıyla ilgili sizi uyarmam gereken kısma gelelim, asla bir top yetmiyor! :p
 
 
En az 2-3 tane yemeyi göze alın, yapımı 15 dakika süren bu tatlı zamanınız az iken kurtarıcınız olabilir. Afiyet olsun! :)

Aşk Yeniden...

$
0
0

Woody Allen’ın Paris’te Gece yarısı filmi geçmişe duyulan özlemi, her dönemde o dönemi yaşayan insanların bir yanılsaması olarak anlatıyordu. Karşılıklı duran iki aynanın birbiri içinde sonsuz görüntü oluşturması gibi, geçmişin bugüne düşen aksinin içimde sonu olmayan hayaller yaratışına sarkastik bir şekilde son vermişti film. Gel zaman, git zaman günümüzün getirisi olayların girdabında zamansız ölmüş bir sevgili hayaleti gibi dikildi karşıma bu his. Eskiden her şeyin daha saf ve daha gerçek olduğuna karşı, karşı konulamaz bir duygu histerisi içerisinde sarhoşluğa yakın bir hale düştüm. Bir yanılsama olduğunu bilse de insan, bazen o zamanlara açılan bir pencere, anlık gerçekliğin tatsızlığında çok güvenli ve huzurlu bir kaçış gibi gelebiliyor. Yalan dolan o zaman yok muymuş? Varmış elbet. Ama teknoloji ile gelişen yalan söyleme yetenekleri bu kadar uç noktalarda değilmiş. Sevgilinin gönlünden geçen sözlerin yazılı olduğu mektuplar gibi aşklar da sanal, aşklar da yalan değilmiş. Şimdi mürekkebin izini kağıtta görmeden inanmamak gerek sevgi sözcüklerine. Siyah beyaz filmlerde ağlamaklı bir genç kadın gibi eli kalbinde kalakalınca insan, uçurtmanın ipine bağladığı umutları,inancı da keskin bir bıçak darbesi ile gökyüzüne savruluveriyor. 


 
  
Eskiden aşk uğruna “maşuk” olurmuş insanlar. Dünyadaki diğer yarısını bulma arayışında saf bir onur varmış. Bulamasa da “henüz gelmediği için” sevilen der, avuturmuş kendisini insanlar. Şimdi sözde diğer yarısını arayan kişilerin hoyratça harcadığı seviler kırık oyuncaklar gibi dağılmış etrafta. Amaç sevmek sevilmek değil, giriş – gelişme - sonuç şeklinde yaşanan tablet ilişkileri tüketirken bir yandan da ceplerini yenileriyle doldurma yarışı olmuş. Eskiden ayrılıkların bile buruk bir tadı varmış. Kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalırmış insan aşk acısından. Şimdi tablet ilişkinin damağında bıraktığı tat kadar ayrılık acıları. Bir iki yutkununca, bir balığın hafızası kadar izi kalıyor belleklerde.



Etrafıma bakıyorum, “aşk”ı arayan insanlar dolu. Gerçekten arayan, aramaktan yorgun düşüp küsen, artık bulunmak istemeyenler var. Karanlıkta, kör, el yordamı ile elleri boş kalmasın diye tutunduklarını “aşk” sananlar da. “Aşk”ı arama olgusunu kendisine kimlik edinip bir maske gibi üstüne geçiren, sonra o yalanı gerçeklik olarak yaşayanlar da.

  

Gerçekten “aşk”ı arayanlar, sözüm en çok da size. Yıllanmış bir meydan muharebesindeki askerler gibi yitik de olsanız, vazgeçmeyin o sevinin hayalinden. Murathan Mungan’ın ünlü öyküsündeki gibi, kendi masalının prensesi iken, geçen yıllarda hikayenin cadısı olmaktan da korkmayın. Zira tahta atı ile kapınızın önünde seyirten, dokunmak için uzandığınızda boyaları elinizde kalan prenslerin sahte sıcağındansa, uzandığınız cam tabutun soğuğu buz tutmuş kalbinizi daha çok ısıtacaktır. Eskiler nasıl ayrılık demeden, seneler süren savaşlar demeden saf bir inançla sevdiklerini beklemişse, siz de yorgun umutlarınızın yelkenlerini indirip hayallerinizi esecek olan rüzgara teslim ederek bekleyin. Belki de şairin umudu kestiği çınarlı, kubbeli, mavi liman yamacında sevgili ile çok da uzağınızda değildir… 
 

Nardis Jazz Club - Kevin Mahogany Konseri

$
0
0
Son zamanlarda Dehan’ın artan bir ilgi ile dinlediği jazz CD’leri şehirde yaklaşan jazz festivali öncesinde  bizi fazlası ile havaya soktu :) Sabahları işe giderken Evans, dönüşte John Coltrane, Duke Ellington derken jazz’ın gelişi güzel, doğaçlama akan notaları arasında kaybolarak geçtiğimiz haftayı yaşadık.
Nardis’e uzun zamandır gitmek istiyorduk, bu Cuma iyice niyete koyduk, bir de yurtdışından ziyaretçi gelen bir müzisyen olunca haftanın yorgunluğu demeden yollara düştük :)
Asmalı Mescit’te şarap eşliğinde akşam yemeğimizi yiyip, saat 22.00 civarında tenha sayılabilecek sokaklarda dolaşıp Nardis’e doğru yol aldık. Nardis ufak ancak bir o kadar da sıcak bir yer, sahnenin önünde tüm masalar müziği yaşayacak kadar içinde ortamın. Asma balkon katı da çok keyifli gözüküyordu, ancak biz sahne önünde oturmayı tercih ettik.
Kevin Mahogany sahneye çıkmadan önce bir masada oturmuş yanına gelen hayranları ile oldukça sıcak bir şekilde sohbet ediyordu. Sahneye çıktığında seslendirdiği şarkıların verdiği keyfin yanında dinleyiciyi bire bir içine kattığı sohbet havası, stand up şovu kadar komik esprileri ile salonu kahkahalara boğdu :)
Gecenin performansı Kevin Mahogany’ye Burak Bedikyan (piyano), Ozan Musluoğlu (kontrbas), Ediz Hafızoğlu (drum) eşlik etti. 1,5 saat nasıl geçti anlamadık ve kapanıştı “Bu kadar mı, daha yok mu?” dedik resmen :) Kevin Mahogany özellikle , Frank Sinatra’nın sesinden, çok sevdiğim “The Girl From Ipanema” şarkısına kattığı kendine has yorumu ile beni kendisine hayran bıraktı.

Konser sonrası mekanda satılan CD’sini alarak imzalatmak üzere yanına gittik. Burada da Mr. Mahogany ile beni görebilirsiniz :)


Şehre yeni bir jazz festivali gelmek üzereyken biz CD’lerimizi dinlemeye devam edip şimdiden niyet ettiğimiz 1-2 konseri kaçırmamaya kararlıyız. Sonbaharın buruk hüznüne en çok yakışan müziği siz de dinleyerek günlerinize ayrı bir renk katabilirsiniz.

Sonu Gelmeyen İlişkilerin "Mutlu Son"u Olur mu?

$
0
0
Aşıksınızdır, gözünüz hiçbir şey görmez. İlişki düşmeye mahkum bir uçak gibi sinyaller verir ama ille de görmek istemezsiniz. Kimi zaman da aşk değil, tutsaklıktır sizi o çemberin içinde tutan. Sonu gelmeyeceğini bilirsiniz. Kaçmak ister kaçamazsınız, uğursuz bir karabasan gibi zamanın kumlarında biriken ilişkinin tortusu çöker üzerinize. “Sensiz yaşayamam”, “Yerine hiç kimseyi koyamam” der üzgün bir çift göz. Kimi zaman da“değişeceğim inan, zaman ver bana” der. “Peki” dersiniz, inandığınız için değil, tükendiğiniz için. 

 
Alışkanlığın sıcak, sığ suları çamur renginde olsa da görmemek için gözlerinizi sıkı sıkı yumar, anne karnında cenin gibi bacaklarınız karnınızda beklersiniz. Aylarca de bekleseniz bazı ilişkilerin kaderidir ölü doğmak. Yine de safça bir umuttan mı, yoksa çaresizlikten midir bilinmez inanç ekip mutluluk biçeceğinizi sanarak o fidenin başında nöbet tutarsınız. Onun özünü değiştirmeye çalıştığınız oranda kendinizden çalarsınız aslında. İçinizden cılız bir ses “yalan biliyorum” dese de, gerçek olsun istersiniz. Peşinden gittiğiniz, takip ettiğiniz deniz içinde boğulmak pahasına engin olsun, derin olsun istersiniz. Bir avuç su sımsıkı kenetleseniz de birbirine, akar gider parmaklarınızın arasından. Rüzgar daha da sert eser. Bir cesede sarılmak gibidir artık ilişkiyi sürdürmeye çalışmak. Hantal, çürümüş bir ölüdür sırtınızda. Siz sürüklemeye çalıştıkça izi kalır geçtiğiniz yollarda. Gelebilecek güzel günlerin ışığını karartır bu iz. Yalnızlıktan korkarak ya da ayrılığın acısını göze alamayarak o ölüyü sırtınızdan atmadığınız her gün, uzun vadeli bir yalnızlığın altına imzanızı atarsınız aslında. En büyük yalanı da kendinize söylersiniz. İlişki içerisinde dururken hiçbir şey yapmayıp beklemenin sizi yıpratmadığına inanmak en büyük yanılgısı olur iç dünyanızın. Yorgunluklar, kırgınlıklar, kavgalar gittikçe daha da sert esen rüzgarla havalanıp durur içinizde. Kasırganın gözünden bakabilseniz ne çok şeyin siz farkında olmadan yittiğini, kuruyan ırmaklar gibi gelecek ilişkilere olan inancın da içinin boşalmakta olduğunu görebilirsiniz. "Gelecek olan" mutluluk artık kaf dağının ardındadır. Güneşi olmayan bir gökyüzünde ayışığıyla, alacakaranlıkta etrafı görmeye alışmışsınızdır. Donuk, gri bir ışığın gerçekliği aydınlatır önünüzü.
 
 
Bazen sadece karar verebilmek gerekir. Koca bir ormanı yakmış olsanız bile, yeni bir fidanın umudunu yeşertebilmek için önce. Toprak bir daha ağaç tutmaz deyip yangın yerinin ortasında elleriniz başınızın arasında oturmadan, kalkıp ayaklarınızın sizi götürdüğü kadar uzağa gitmek, o tutsaklıktan kurtulmak gerekir. İki kişilik yalnızlık yerine tek kişilik kalabalığı deneyimlemek, kimsenin varlığına ihtiyaç duymadan da tam olduğunuzu kendine ispatlayabilmek için..
 
*Bu yazı, mutlu olmayı hak eden ancak mutluluğa teğet geçen Z ve niceleri için yazılmıştır.

Paris - Eiffel, Saint-Germain, Jardin du Luxembourg, Notre Dame, Sainte Chapelle

$
0
0

Gözlerinizi kapayıp, salyangoz gibi helezonik daireler çizerek dışa doğru genişleyen bir şehir düşünün. Bulvarları, 1800’lerden kalma evleri,  sandalyeleri her daim sokağa dönük kafeleri ile gizemli bir kadının çekiciliğine sahip, davetkar bir o kadar da büyüleyici bir şehir.Gözlerinizi açın, kendinizi Eiffel’in tepesinden şehri kuşbakışı izlerken bulacaksınız.  Seine nehrinin diğer yakasına geçin, Luxembourg bahçelerinden Louvre’a, Notre-Dame’dan Saint Germain Bulvar’ına doğru rüzgara bırakın kendinizi. Sonra Montmarte’a tırmanıp Sacré-Cœur’un kulelerinden şehri selamlayın. Paris, içinde yaşarken etkileyici bir parfüm gibi ilk notalarından itibaren vurucu, ayrıldıktan sonra da son notaların teninizle karıştığı o uçuk koku gibi özlem duyulan bir şehir. Şehre dair izlenimlerimi, çektiğim kareleri aradan neredeyse 2 ay geçtikten sonra paylaşmamın sebebi de bu belki. O özlem içimde birikip taştığı noktaya kadar sabretmek. Yeni bir Paris bileti alınca, kavuşacağımı bilerek bu şehre Attila İlhan’ın “Başka Yerde Olmak” şiiri kulaklarımda yazmaya koyuldum bu satırları:
Utanmasam bilet parası dilenecektim, 
Paris diye ölecektim uzaktan, 
Notre-Dame’ın çığlıklarını dinliyordum, 
Kalbim köpürmüştü anlıyordum. (Attila İlhan)

Biz de gezimize şehre gökyüzünden bakarak başlayalım, Eiffel’in tepesinden. Öncelikle her ne kadar filmlerde, resimlerde görmüş olsanız bile Eiffel’i yakından görmek bambaşka bir büyü. Bu kadar dev bir yapının kusursuzluğu karşısında sadece hayranlık duyabiliyorsunuz. Bu demirden dantel gibi işlenmiş yapı Paris’in simgesi olmakta haklı bir üne sahip.
Bilet için her daim uzun bir kuyruk oluyor ama sıra düşündüğünüzden de hızlı akıyor merak etmeyin :) Beklerken farklı açılardan Eiffel’i fotoğraflamak ve dondurma yiyerek kendimizi eğlendirdik.
Eiffel’in 1. veya 2. katına, dilerseniz de en tepesine çıkabilirsiniz. Biz ilk ve ikinci katı gezdik ve dört bir yanından uzun uzun şehri izledik.






Bulunduğumuz noktadan Eiffel’in en üst kısmı o kadar yüksekti ki daha fazla tırmanmayı göze alamadık :)


Eiffel’den indikten sonra benim gözümde Paris’in kalbi olan Saint Germain Bulvarı’na doğru yol alıyoruz. Burasının daracık sokaklarında minik kafeleri o kadar güzel ki, ressamlar şehri Paris’te siz de oturup bu güzellikleri resmetmek istiyorsunuz. En ünlü ve eski iki kafesi Les Deux Magots ve Cafe De Flore’a sırasıyla uğradık.Bu iki kafe de hemen her zaman tamamen dolu oluyor, sokağa bakan sandalyelerde yer bulmak (özellikle 5 kişi iseniz) neredeyse imkansız :)
Önce Cafe Les Deux Magots’ya gidiyoruz. 1920'lerde sürrealist sanatçıların ve Hemingway gibi yazarların buluşma yeri olan mekan ismini içeride yer alan iki ahşap Çinli tüccar heykelinden almış. Günümüzde turistler ve entellektüel kişilere ev sahipliği yapıyor.
Cafe’nin ayrıca bahçe gibi çevrilmiş bir oturma alanı daha var ancak ön kısımda oturmak daha keyifli. Biz Ağustos’un ortasında gittiğimiz için hava son derece sıcaktı, arada bir esen ılık rüzgar dışında yaprak kıpırdamıyordu. Garsonlar ne çok ilgililer ne de ilgisizler, hizmet kalitesinden memnun kaldık. Sokağa bakan masamızda kahvemizi yudumlarken müthiş lezzetli club sandviçimizi yiyoruz.

Magots'nun hemen karşısında yer alan Saint Germain des-Pres kilisesi...
 
Sonrasında tatlı için Cafe De Flore’a gidiyoruz. 1950'lerde Fransız entellektüellerinin yeni felsefi düşünceleri tartıştıkları bu kafede günümüzde de ünlü yazarları, ressamları görmek mümkün.


Burasının sirkülasyonu Les Deux Magots'ya göre daha fazla. İnsanlar sürekli gelip gidiyor ve ünlü sanatçıları da görmek mümkün. Garsonlar kaba olmasa da umursamaz bir tavırda, menüdeki herhangi bir şeye en ufak bir modifikasyon yapmıyorlar. İsterseniz oturun isterseniz oturmayın modu da denilebilir buna. Yine de ortamı o kadar keyifli, lezzetleri o kadar güzel ki otururken bunu pek umursamıyorsunuz.

Cafe de Flore kendilerine ait porselen takımları, yuvarlak masaları ve 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana çok az değişmiş dekoru ve akordeon çalan sokak sanatçıları ile buram buram Paris kokan bir mekan.
Buraya kadar gelmişken milföy yememek olmaz dedik. Magots’da sandviç yemeyen Dilem croque monsieur tercih etti, o da oldukça lezzetliydi. Milföy’ün gevrek hamurundaki tereyağ tadı ve ince kreması akıllara zarar bir lezzet, yolunuz düşerse oturur oturmaz sipariş verin biz ikinci porsiyonu istediğimizde kalmadığını öğrenip üzüldük. Onun yerine dev kremalı bir dondurma söyledik :)

Jean Paul Sartre ve hayat arkadaşı Simone Beauvoir Varoluşçuluk felsefesini Cafe de Flore’da geliştirmişler. İsimlerine dikilmiş mekanın sanatçılara ev sahipliği yaptığının adeta bir kanıtı olarak karşımızdaydı.
Saint Germain sokakları…
Saint Germain Laduree’den makaronlarımızı da alarak Luxembourg Bahçeleri'ne doğru ilerliyoruz.

Yolda rastladığımız bir antika oyuncakçı dükkanı…

 

Luxembourg Bahçeleri oldukça geniş ve düzenli bir yer. İş çıkışı gelip koşanlar, tenis oynayanlar ya da çimlerin üzerinde keyif yapanları görmek mümkün. Kare şeklinde kesilmiş ağaçlar ve rengarenk insanın içini açan çiçekler şehir yaşantısı içerisinde yeşil görmenin ne kadar huzurlu olduğunu bir kez daha anımsattı bana.
 





Unutmadan, Paris’te ilk olarak Laduree’de makaron yedik ancak öğrendik ki Laduree burada ilk sırada değilmiş, asıl Pierre Herme isimli şekerleme dükkanının makaronları ünlüymüş. Biz de Saint Germain ve Louvre’da dükkanı bulunan Pierre Herme’ye uğrayarak ufak bir kutu aldık. Laduree’den farklı olarak bir makaronda iki farklı tat barındıran makaronlardan en çok yasemin aromalısını sevdim. Makaronun kreması ve yumuşaklığı tam kıvamındaydı, yolunuz düşer ise tatmadan geçmeyin derim. .  


Çikolata için de Jean Paul Hevin bir numaradır diye duyduk ancak tatilimiz esnasında dükkan tadilatta olduğundan çikolatalarını tadamadık. Pierre Herme'nin çikolataları da çok lezizdi. 


Günün son durağı olarak Ile de la Cite bölgesinde yer alan Notre-Dame’a doğru ilerliyoruz. Yolumuzun üzerinde Quarter Latın’de küçük, karışık, özgün bir kitabevi olan Shakespeare & Co’ya uğruyoruz. 


İçeride fotoğraf çekmek yasak, ancak yerden tavana kadar kitapların dizili olduğu ahşap kitaplıklar, basamaklı taş zemin ve gelişi güzel sergilenmiş kitapların kokusu gerçekten görülmeye değer. Aldığınız kitaplara kitabevinin damgası vuruluyor ve kesekağıdı içerisinde size teslim ediliyor :) 
 

Sağda yer alan dükkandan alışveriş yapabiliyorsunuz, solda yer alan kitabevinde ise antika kitaplar yer alıyor. Birçok klasiğin ilk basımını (yüksek fiyatlara) burada bulabilirsiniz. Koleksiyonerler için bir cennet burası.

 
Eski bir Roma tapınağı üzerine inşa edilen şehirle özdeşleşmiş bir yapı olan Notre-Dame, Ila de la cite adası üzerinde yer alıyor. 


3 ana girişi bulunan gotik şahesere batı cephesinden yaklaşarak her adımda daha da ihtişamlı gözüken merkezi gül penceresi, kuleleri ve taçkapılarını hayranlıkla inceledik.



Katedralin önündeyken Notre-Dame müzikali kulaklarımızda yankılanıyor :)

Taçkapı ve gülpencereye yakından bakalım...



Notre-Dame katedralinin içerisine girince engin bir hisse kapılıyorsunuz. Yüksek tonozlu merkez nef, altar, gül pencerelerden süzülen renkli ışık ile ilahi bir güzellik karşılıyor sizi.



Güney gülpencerenin vitraylarında rahibeler, 12 havariler ve azilerle çevrelenmiş İsa tasviri 13. yy’da yapılmış.




Altarın arkasında yer alan koro mahalli paravanı dua eden rahipleri cemaatin gürültüsünden ayrıştıran bir yapı olarak inşa edilmiş.



Notre Dame’da Jean D’arc heykeli ile karşılaşınca üzerinde yer alan ölüm tarihi karşısında hayrete düştüm. 12 yaşından itibaren azizlerle önsezi yolu ile iletişime geçtiği söylenen ve ülkesi Fransa’yı İngiltere’ye karşı korumak için savaşlara katılan Jean D’arc, 19 yaşındayken İngilizler tarafından yakılarak öldürülmüş bundan yüzyıllar sonra da azize ilan edilmiş.


Adadan karşı tarafa geçerken Notre-Dame’a son bir bakış…



Notre Dame’dan çıkıp çok da uzak olmayan Sainte Chapelle’e doğru yol alıyoruz. 1248 yılında inşa edilen yapının içine ilk kez giren kişiler cennete geldiklerini düşünerek hayranlıktan kalakalmış, kimileri ise bayılmış. 



Bugün bile oldukça etkileyici görünen dev vitray pencerelerden süzülen ışığa bakarken o dönemde görenlerin aklına zarar verecek kadar etkileyici oluşuna hak veriyorsunuz. Binden fazla dini tasvir içeren bu vitraylarda kırmızı, lila, yeşil, mavi, sarı renkler büyük bir ustalıkla kullanılmış.

 

Paris’te metro fazla kullanılan bir toplu taşıma aracı. Ancak biz havalar bu kadar güzelken çok uzak olmayan mesafelerde yürümeyi tercih ettik. Sainte Chapelle’den otelimizin bulunduğu Louvre’a kadar etrafı izleyerek keyifli bir yürüş yaptık. 



Objektifime takılan Paris aşıkları…


Nehir boyunca ilerlerken Pont des Arts'da kilitlerin asılı olduğu köprüde Dehan ile aşkımızı bir gece önceden ojelerle süslediğim bir asma kilitle sonsuza kilitledim :p




Akşam yemeği için Saint Germain’de sabahtan gözümüze çarpan bir İtalyan restoranına gittik. Pizzası, tiramisusu çok başarılıydı. Fiyat / kalite oranı oldukça yüksek olan mekanın tatlarından, hizmetinden ve ortamdan çok memnun kaldık.


 
Tiramisu İtalya’daki lezzet ile yarışır tattaydı ancak ikinci kupu istediğimizde kalmadığını öğrendik, bir dahaki sefere diyerek ayrıldık oradan :/

 
Paris’te yapmanız gereken şeylerden bir tanesi de Lido Show’a gitmek. İzlerken kostümlerin, sahnenin, dansın büyüsüne kapılıyorsunuz. Dansçıların çıplaklığını görmüyorsunuz, başarılı bir şovun sergilenmesine odaklanıyorsunuz. Şovun yanında düşünsel özgürlüğü de somut olarak hissedebildiğiniz bir yer Lido. 

 

Şovdan çıkınca Champs Elysees boyunca yürüyüp gece ayrı bir güzel gözüken Arc de Triomphe’a varıyoruz.

 
Arc de Triomphe gece bu kadar güzelse Eiffel’i de görmek lazım diyerek saat başı parıltılı ışıkları yanıp sönen kuleye doğru ilerliyoruz :)


 

Eiffel’in gece ışıkları ile birlikte Paris masalımızın ilk kısmını geride bırakıyoruz. Bir dahaki post daha sanatsal bir çerçevede yazılacak. Louvre, D’Orsay ve Pompidou müzelerini birlikte geziyor olacağız ;) 

Paris- Louvre, D'Orsay, Centre Pompidou, Sacre-Couer

$
0
0


Paris’te insanı sarhoş eden şeylerden birisi de özgürlük hissi. Liberte ilkesinin yukarıdan verilmiş bir hak olmadığını size adeta yaşatıyor bu şehir. Sanatı doğuşundan itibaren bir zaman çizgisi üzerinde yürüyerek izliyorsunuz. Louvre’da antik Mısır’dan başlayarak her şeyin mükemmel olarak resmedildiği dini ögeler ve meleklerde dolu Rönesans kompozisyonları, neoklasik eserler ardından, D’Orsay’de soyluları, melekleri, dini ögeleri değil de etrafında gördüğü gerçekliği bir tarla işçisinde resmederek sanatta realist akımı başlatan Millet’den Van Gogh, Gaugen, Delacroix, Renoir, Pisarro, empresyonist Monet'ye kadar birçok muhteşem sanatçının eserlerini görüp resmedilenlerin yaşattığı his ile sanatın insanı Tanrı’ya nasıl yaklaştırdığını anlayabiliyorsunuz. Daha sonra bir modern mimari harikası olan Centre Pompidou’da modern sanatın aykırı, tuhaf, kimi zaman da anlaşılmaz sanat eserlerini sindirdikten sonra 360 derecelik turunuzu tamamlamanın mutluluğu ile sanata doyuyorsunuz :)


Paris’te ilk gördüğümüz yer Louvre Meydanı olmuştu. Otelimiz meydanın karşısındaki sokakta olduğundan caddeyi geçerek bu açıklık alana adımımızı attığımız anda gökyüzünün derinliği, meydanın sakinliği ve bir o kadar da insana dehşet veren güzelliği karşısında kalakalmıştım. Uzakta Eiffel, yanımızda saydam cam piramitler ve onları çevreleyen müthiş mimari karşısında hayran olmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz.
  
Biz havaalanında birçok müzede geçen müze kart (museum pass) aldığımız için sıra beklemeden müzeye girdik. Paris’te bazı müzelerde fotoğraf çekilmesi serbest bazılarında değil. Louvre serbest olanların başında geliyor. Ben de en çok etkilendiğim tabloları fotoğrafladım. Bize gitmeden Louvre’a bir gün ayırın demişlerdi biz de öyle yaptık. Gerçekten düzgün bir şekilde eserleri sindirerek gezecekseniz tam bir gün ayırın. Yok her odaya girmem Mona Lisa’yı, bir iki de başka tabloyu görürüm derseniz daha kısa da gezebilirsiniz. Biz bu kadar muazzam eserleri bir arada görünce saatlerimizi müzede geçirdik.
Önce Antik Mısır’dan başlıyoruz. Anlıyorsunuz ki Mısır’da ne var ne yoksa (dev sütunlar dahil) gemilere yükleyip getirmişler :p Şaka bir yana Mısır’a ait hatırı sayılır bir koleksiyona sahip Louvre.


Antik Mısır’lı kadınların yüzük, kolye ve küpelerine bakın ne kadar güzeller değil mi? :)



Louvre’da hemen her odaya girmiş ve eserleri zamanın akışında incelemiş birisi olarak bıraksanız size yüzlerce kare sunarım. Ancak bu eserleri canlı incelerken alınan keyif fotoğrafları ile aynı olmayacağı için burada sizinle sadece en en beğendiklerimi paylaşacağım :) 

Çizimlerini tipik olarak her tablosunda ayırt edebileceğiniz Leonardo Da Vinci:




Raphael’in Vaftizci Yahya, İsa ve Meryem’i konu alan tablosu:

 

Dönemlerine göre oldukça cesur resimler değil mi sizce de?




Ingres’in Banyo Yapan Valpinçon'lu Kadın'ı,




Meşhur Odalık (La Grande Odalisque),


Yerden tavana tüm duvarı kaplayan Jacques Louis David’in “Horatlar’ın Yemini” adlı tablosu tek kelime ile muhteşemdi. 


Gericault’un devasa (7x5 metrelik) "Medusa’nın Salı".


Jose de Ribera’nın Yumru Ayak isimli tablosu. Dönemin Rönesans ressamlarının ışığını çalıştığı eser kilise ve meleklerin dışında yumru ayaklı dilenci bir çocuğu resmettiği için aslında realist akımın öncüsü olabilecek nitelikte (şahsıma ait bir yorumdur bir gerçekliği yoktur :p).


 
Uccello’nun San Romano Savaşı üçlemesinden ilk görebildiğimiz eser. İkincisini Floransa Uffizzi’de gördük, sıra Londra’daki sonuncu eserde :)



Puzzle’lara sık sık konu olan bu iki tabloyu tanıdınız mı?


 
Hüzün ve umutsuzluk ancak bu kadar güzel resmedilebilirdi.




Üst kata çıkarken rastladığımız "Samothrace'in Kanatlı Zaferi" adlı heykelin uçar gibi kanatlarına hayran kaldım.

 
Dillere destan güzelliği haklı olan Milos’nun Venüs’ü.


 
Vermeer’in İnci Küpeli Kız’ından sonra en sevdiğim tablosu "Dantelci Kız".


Louvre’da sadece tablolar değil sergilendikleri alanlar da muazzam bir güzellikteydi. Tavan süslemelerine bakın…





Meyve ve sebzeler hiç bu kadar yaratıcı kullanılmamıştır herhalde! :) Arcimboldo'nun sebze, meyve ve çeşitli nesneleri insan portreleri oluşturacak şekilde düzenlemesi gerçek üstü bir hayalgücü ortaya çıkarmış.

 
Biraz Monet ve Cezanne…





 
Louvre’dan çıktığımızda güneş batmaktaydı.


 
 
Paris’te Louvre’un kalbinde yer alan Hotel du Louvre’da kaldık. Napolyon III tarafından bizzat inşaa ettirilen Paris'in ilk lüks oteli olan Hotel du Louvre'unn merkezi konumu, servisi, kahvaltısından oldukça memnun kaldık.



Odamızda dinlenirken Laduree ve Pierre Hermes’den aldığımız makaronları yeme zamanı :) Sunumun güzelliği bile insanın iştahını açıyor...


 
Paris’te sabah kahvaltılarında en çok tuzlu tereyağı sevdim :) sütlü yumurta ve peynirleri de çok lezzetliydi. Sabah erkenden başlayan hayatı izleyerek kahvaltımızı ettikten sonra D’Orsay’e yol aldık.
 

 
 
D’Orsay müzesi Louvre’da yer alan sanatın ilk dönemi eserlerinden sonra modern sanata bir köprü niteliğinde muhteşem eserler barındırıyor.Rodin’in heykelleri, Van Gogh’un “Yıldızlı Gece”si, Cabanel'in“Venüs’ün Doğuşu” gibi eşsiz birçok tablo, Gaugen, Monet, Manet, Renoir, Millet gibi sanata yön veren sanatçının eserlerini görüyorsunuz.



İstanbul’da hayranlıkla gidip bahçesinde oturmaktan büyük keyif aldığımız Arkeoloji müzesinin kurucusu Osman Hamdi Bey Paris’te ilk gençlik yıllarını geçirmiş. Paris’e hukuk eğitimi için gidip şehirdeki özgürlükten, sanat ruhundan etkilenerek ressam olan Osman Hamdi Bey ülkesine dönünce sanat adına bir şeyler yapmak için Osmanlı’da ilk güzel sanatlar akademisini Çinili Köşk’e kurup sonrasında Arkeoloji müzesini genç bir Levanten olan mimar Vallouri’ye (Pera Palas’ın mimarı) inşa ettiriyor. Paris’e bu kadar aşık olduktan sonra İstanbul’a bunca güzel eser kazandıran Türk sanatının kendisine çok şey borçlu olduğu Osman Hamdi Bey’in bir tablosunu D’Orsay’de oryantalizm bölümünde görmek bizi çok duygulandırdı. D'Orsay eski bir tren garından müzeye çevrilmiş muazzam bir yapı. Zamanında gardaki yolculara hizmet eden devasa saat artık müzenin en ilgi çekici eserlerinden biriymişçesine ziyaretçilerin ilgisini üzerinde topluyor.


D'Orsay’de fotoğraf çekmek yasak olduğu için eserleri görüntüleyemedim. Paris’te yapılması gerekenlerin en başında geliyor D’Orsay’e gitmek. Yarım gününüzü ayırmanızı tavsiye ederim, eserleri sindire sindire incelemek ve sanatın büyüsünü duyumsayabilmek için.


 
 
Sonrasında Centre Pompidou’ya yürüdük. Paris’te her sokak, dükkan, meydan ayrı güzeldi. Yolda Kusmi Tea isimli bir çay dükkanının renkleri bizi içeriye çekti. Burada farklı aromalarda bir sürü çay satılıyor biz 3 paket aldık ancak daha da almadığımıza pişman olduk. Aromaların kokusu, tadı çayları her yudumlayışta ayrı bir lezzet bırakıyor damağınızda :)


 
 
Bir makaron dükkanı daha, Paris’te her köşede görüp hepsinden tatmak istiyorsunuz :)





Mimari yapısı bile başlı başına bir şaheser olan tarihi Opera Binası…

 
Modern sanat eserlerine ev sahipliği yapan Centre du Pompidou’nun içine girmeden bir eser gibi hazırlanmış dış cephesi karşıladı bizi.


Burada anlamlandırabildiğimiz ve anlamlandıramadığımız birçok eseri inceledik. Çok sevdiğimiz Gerhard Richter’in eserleri gezici sergi ile sunulmaktaydı, museum pass kartımız bu sergiyi kapsamadığından müzedeki diğer eserler için geçiş kartımız bulunmasına rağmen bir daha bilet almak zorunda kaldık. 3D çok etkileyici birçok eser de sergilenmekteydi. Bir iki Picasso eserini fotoğrafladım.





“Odalık” adlı eserin Picasso tarafından post modern yorumu.


 
Bu eserin takvimi vardı odamda ben çocukken. Gerçeğini ummadığım bir anda karşımda görüne heyecanlanıverdim :)

 
Richter’in en ünlü eserini tanıdınız mı? Fotoğraf karesi kadar gerçek yapılmış bu tablo önünde insan hipnotize olmuşçasına kalakalıyor.

 

Gerhard Richter’in sanat anlayışı herhangi bir tarzı benimsememekten geçiyor. Fotoğraf hatları kadar keskin eserleri de, fotoğraf üstüne yapılmış kendine has tarzda çalışmaları da, eskizleri de, soyut eserleri de birbirinden bağımsız, farklı ustalıklarda resmetmiş sanatçı.




 
  
Sacre-Coeur’un bulunduğu Montmarte semtine doğru yaklaşık 15 dakikalık bir araba yolculuğu yapıyoruz. Daracık sokaklar, pervazlarında renkli çiçeklerin göz aldığı taş evler o kadar güzeldi ki bu sıcak yaz gününde yolculuk hiç bitmesin istedik.
 



Dilerseniz önce Montmarte sokaklarını gezelim. Biz Paris tatilimiz boyunca bir daha gelmek istesek de buraya vakit bulamadık ancak sokak sanatçılarının tezgahları, şirin evlerin çevrelediği sokakları ile  bu sevimli semt Paris’in simgelerinden birisi oldu bizim için.
 



 







Bir makaron dükkanı daha :) Montmarte sokakları Paris deyince insanın aklına gelen o epik görüntüyü adeta zihninize kazıyor :)




Makaron yemedim ama kim waffle yiyemezmişim diyor :p Sacre-Coeur'ün kulelerine tırmanmadan önce enerji depolamak lazım!



Sacre Coeur tepede yer alan çok güzel bir kilise. Buradan Paris’in manzarası eşsiz. Hele daracık merdivenlerde 400 basamak tırmanacak gücünüz varsa tepede sizi karşılayan Paris manzarasını tarif edecek bir söz yok :)
 




Sacre-Coeur’ün en üst kubbesi Eiffel’den sonra Paris’in en yüksek noktasıymış. Biz kilisenin içini gezmeden waffle’dan aldığımız önce aldığımız enerji ile basamakları tırmanarak 360 derecelik görsel bir tur yaptık.

 

Kulenin tepesinde hatıra fotoğrafı çektirmemek olmaz diyerek sırayla Dilem ve ben çekildik :)



 
Taa uzaklardan Eiffel ufak bir nokta olarak gözüküyordu.

 
Yukarıda yarım saat kadar kaldıktan sonra kilisenin altında yer alan bodruma indik. Havanın nemli sıcağından sonra klimalıymışçasında serin taş duvarlara yansıyan loş ışığı takip ederek mezarları ve yolun sonunda yer alan ufak bir şapeli gezdik. Sacre Coeur, kutsal yürek anlamına geliyor. İsa'nın kutsal yüreğine adanmış kilisenin yapılması için girişimde bulunan Katoliklerden birisinin kalbi vücudundan ayrı olarak bodrumda gömülü bulunuyor. Kutsal Yürek'in Fransa Prusya savaşında Paris'i saldırıdan koruduğuna inanılıyor.


Montmarte’dan güneş batarken ayrılıp akşam yemeği için L’Entrecote’a gidiyoruz. Burası salyangoz yeme fikrine alışamayan Türk aileleri için olmazsa olmaz bir yer :P 

 
 
İçeriye girmek için sıra bekliyoruz, gelmeden önce bu konuda bilgi sahibi olduğumuz için 3-4 masada Türk aileleri görünce şaşırmıyoruz :) L’Entrecote sevimli, yerel bir mekan. 

 
Saint Germain’de bulunması burayı sevmem için yeterli bir sebep.


İngilizce menünün olmamasına biraz şaşırsak da yiyeceğimiz şeyi bildiğimiz için kısaca “antrikot istiyoruz” dedik :)

 
Önden salatalar servis ediliyordu, bir önceki serviste salata bittiği için bekledik. Son servisteki salatayı alsak yapraklar ölmüş olur muydu bilemiyorum ama yeni turda gelen salata gayet lezzetliydi. 


Et iyi pişmiş bir şekilde Cafe de Paris sosu ile servis ediliyor. Etimiz yeni kızarmış ve sıcaktı, sosunu da sevdik ama patatesler daha sıcak olabilirdi. Ailecek gittiğimiz mekanın genel olarak lezzetlerinden (ve de anne babamızın yiyecek bir şey bulmakta zorlanmamasından) oldukça memnun kaldık.

 
Yemeğimizin üstüne profiterol ve oraya özgü bir makarona benzeyen kurabiyeler arasında dondurma ile yapılan bir tatlı yedik. Her ikisi de aşırı lezzetliydi diyemem ama sunumları güzeldi.


 
Böylelikle Paris gezimizin sonuna geldik. Birçok şeyi yaptık ama yapamadığımız bir o kadar da çok şey kaldı, Paris’e doyamadık ve bu aşk kokan şehirde Sevgililer Günü’nü kutlamaya karar verdik :)


Son kare olarak gece, ışıkları yanarken görmeye bayıldığım Eiffel ile Paris'in son postunu noktalıyorum. Gezimizden keyif almış olmanız dileğiyle :)


Kitaplaşma, Hediyeleşme ve Blogger Arkadaşlığı Üzerine :)

$
0
0

Baykuş Gözüyle bloğunun sahibi sevgili Nathalie’nin ilk kitaplaşma postunu okuduğumda nasıl imrenmiştim. Düşünün keyif aldığınız satırları birisi sizin için seçiyor, siz onun beğeni dünyasının penceresini aralamış oluyorsunuz o kitap ile.


Sevgili Nathalie, beni kırmayarak kitaplaşmayı önerdi ve heyecanlı bir bekleyiş başladı benim için. Birbirmize iki kitap hediye edecektik, birisi bizim seçtiğimiz diğeri kitabı alanın seçtiği. Araya bayram girdi ve sonra bir gün iş çıkışı adıma bir paketin geldiğini söylediler. Bir süre o paketi açmadım, göz göze durduk. Açmaya kıyamadım özenli paketini. Sonra içinden kitapların yanında son derece içten yazılmış bir kart, bana diyetimi seve seve bozduran çikolatalar, kitaplarım ve de bugüne kadar gördüğüm en zarif kahve takımı çıktı.


Kitaplaşmak bile benim için yeterliydi ama böylesine özenli bir yaklaşım Nathalie’nin arkadaşlığı bana blogger vasıtası ile edinilen arkadaşlıkların ne kadar samimi olduğunu bir kez daha kanıtladı. Kendisine çok teşekkür ediyorum ve sevgilerimi yolluyorum :) Ben de bu güzel fincanlarda kahvemi yapıp kitabımın ilk satırlarını okudum :)


Günümü aydınlatan diğer bir güzellik ise Missipisi’nin çekilişinden kazandığım hayvanlara zarar vermeden üretilmiş kozmetik ürünlerin yine bir kitap J.S.F’ın “Hayvan Yemek”ile birlikte armağan edilmiş olmasıydı. Yine blogger vasıtası ile tanıştığım, kendisi ile konuşmadan bir günümün geçmediği bu güzel insana varlığı, kedi sevgisi ve bana kattıkları için teşekkür ediyorum :)

“I’m not a nugget” ve “I love animals” magnetlerini ilk gördüğüm anda bayılmıştım, her ikisi de buzdolabım üzerinde yerlerini aldılar! :)



Hediyelerle dolu bu postun son kareleri de sevgili kardeşime ait. Teras için bu güzel dekoratif eşyalarıseçmiş. Gezip gördüğümüz yerlere ait dekoratif plakalar ve terasta boş kalan son duvar için çift ayna kullanımı :)





Bu güzellikleri en kısa zamanda asarak da fotoğraflayacağım. Nereden olduğunu merak edenler için the woo’dan ;)

Floransa - Piazza Della Repubblica, Ponte di Vecchio & Pisa

$
0
0
Floransa’da yağmur durmamacasına yağdı. Pencerenin pervazına bir bardak koydum, gökyüzünden düşen damlalar içerisinde birikip taştı. Sonra bir damla mürekkep damlattım bu suya, nasıl ki boya yavaş salınımlarla yumuşak bir şekilde dağılıverdiyse Floransa’nın güzelliği de aynı şekilde dağıldı içimde.



Floransa geçmişe açılan bir kapı gibi. Renkli tarihi binaları, havada somut bir şekilde kokusunu alabileceğiniz sanat eserleri, başta size labirent gibi gelen ama birkaç kez turladıktan sonra ezbere bileceğiniz sokakları ve etrafa gelişi güzel serpilmiş gibi duran göz alıcı çiçekleri ile mütevazı bir cennet.


Floransa’da şunu yapın bunu yapın demek istemiyorum, bu karakterli, eşsiz ortaçağ kentini içselleştirmek için kendiniz keşfedin. Sokakları adımladıkça kendinizi daha da buraya ait hissedeceksiniz. Şehir sizi adım adım içine alacak.

Biz Floransa’da neler mi yaptık? Önce Repubblica Meydanı’na yürüyüp tüm cömertliği ile gökyüzünde parlayan güneşin tadını çıkardık. 




Yaşımıza başımıza bakmadan meydandaki atlıkarıncaya bindik :)
Meydanın köşesinde yer alan Gilli’de serin, altın çilekli Bellini'lerimizi yudumladık.


Piazza della Signoria Meydanı'na yürüdük. 

 
Michaelangelo’nun ünlü Davud heykelini (replikası) selamladık.

 

Her biri ayrı bir hikayenin en etkileyici sahnesini sonsuzluğa sabitlemiş heykellerin önünde dakikalar geçirdik.


 
    

Aslanların gözünden meydanı izledik.




Louvre ve D’Orsay’den sonra bir müzeden bu kadar etkilenemezdik derken Uffizi’yi gezip Boticelli’nin Venüs’ü karşısında eridik bittik. Müzenin hemen yan sokağından Ponte di Vecchio'ya giden kemerli yoldan yürüdük.

 
Çiçekler kenti Floransa’nın akşamüstü güneşine boyanmış renklerini içimize çektik. 
 
 
Köprüyü geçince solda kalan Open Bar adlı restoranda şimdiye dek yediğimiz en iyi deniz mahsüllü risottoyu yedik. Köprünün ve nehrin en güzel buradan göründüğüne karar verdik :)

 
 
Floransa sokaklarında kah mağazaları, kah insanları inceleyerek gördüğümüz her dondurma dükkanına girip farklı gelatoların tatlarına baktık :)

 
Blogger'ın bize armağanı olan dünya tatlısı SvGLove ve Lilamoonlight ile İtalya'da bir araya gelerek bir Irısh Pub'da kokteyllerimizi yudumlayarak su gibi akan zamanda inanılmaz keyifli vakit geçirdik :)


Ertesi gün bize meydan okuyan bulutlara inat Pisa’ya gittik.

 
Kulenin eğri duruşunu bilmemize rağmen görünce hayretle karışık bir hayranlık duyduk :) Yapının mimari güzelliği de beklentilerimizin üzerinde bir görsellik sundu bize. Kulenin tam karşısındaki minik kafede, dışarıda yağmur yağarken tentenin altında, leziz sandviçlerimizi yerken dakikalarca bu güzel manzaranın keyfini çıkardık.

 

Merkezkaç kuvveti sebebi ile eğri bir kulenin basamaklarını tırmanmanın iki kat zor olduğunu deneyimleyerek gördük :) En tepeden, kanat çırpan kuşlarla aynı hizadan seyrettik Pisa’yı.

 
Pisa’ya geliş amacımız belki de tüm Toscana bölgesinin alamet-i farikası olan Pisa'nın eğri kulesini görmek olduğundan çok mutlu bir şekilde ayrıldık buradan. Pisa ufak bir yer, etrafta kule dışında sizi kendisine hayran bıraktıracak ekstrem bir güzelliği yok ancak siz de bizim gibi bu kadar farklı bir yapının güzelliği zaten gezme sebebi olarak yeterli diyorsanız görmeniz gereken yerlerden birisi de Pisa derim. Bir sonraki durağımız Venedik olacak, gondol turumuz başlıyor binmeyen kalmasın! :)


Gümüşali.

$
0
0




adı, gümüşali
tanımazsınız onu
saklanmayı bilir,
yanınızdan geçip gitmeyi
saygılıdır, sessizdir
öfkesine saklar kendini
bana arkası kuşlu bir cep aynası vermişti
bazı baktıklarımda ansızın çıkagelir

kaç dağ bildim onun için, kaç memleket ezberimdir
el yazılarına girdim çıktım görürüm diye
kaç hikayenin içinden selamsız geçtim
kayalar, kuşlar, kafiyeler şahidimdir

uçurumlarda yitirdim sesimi
han rüyaları uykularımı aldı benden
gazabı tenha tüfekleri yağladı yıldız yoksulu gecelerim
tenimin tülüydü yüzümde saklanan peri, suya düştü
ummadığım köprüleri geçerken

bir tas suyu fırat bildim
iki yıldız yetti bir gece yapmaya
bir tutam ottan çattım
içinde kaybolduğum ormanları
kuş gömleğimdi uçmak için
tutulmak için ateşe attım
kendimi
dedim, gümüşali
bildin mi beni?

uçarı hançerdi belimin kunt kuşağında
kor zamanların sularında yıkadım ellerimi
günahlarını ödediklerimin kanını
dokundurmadım masumluğuma
koç ile bıçak arasında durdu adanmış boynum
eğdikçe kıldan ince bir besmeleyi
ölüme hamayıl tuttum
bayramlarda azala azala
büyüdü cesaretim
ölmekten geçtim hem yettim yaşamaya
yeminliydi hançerimin kabzası
kimsenin gölgesini düşürmezdi suya
düşmanımdan önce kendi tenimde biledim
dedim gümüşali, gözlerime bak vurmadan
vurmadı, mutluluk fazla geliyor bazı ölümlere
ölsen olmuyor, yaşanmıyor ölmesen de
bunu bir ben, bir gümüşali bildi
kimsenin geçemediği şiirlerimde
hem benden firardı, hem başkalarından gizlendi

onu görmeyeyazdım kaç şiirimi
içinde rastlarım diye, yazdıkça
hatırasını bırakıp koynuma
yemin tutan gözleriyle
kör etmişti gecemi
o gün bugün onu arıyorum
körler kadar karanlıktan emin
eller, duvarlar boyu
ilerliyorum ikimizden yapılma karanlığın içinde
nerdesin gümüşali,
nerdesin?
aramakla zehirlendi sol elim,
uzaklaşıyorsun benden kındaki bıçak gibi ilerledikçe içimde
kaçmak dediğin ne ki, adın duruyor yüzüne baktığım dualarda
aşk da bir çeşit intikam, insan bunu da öğreniyor
öldürüldükçe... ette dönen bıçak, şiirde akan kan
kalpte büyük zaman durmadıkça

tarihe tarih düşen boynundaki sahtiyan
gençliğimdi, muskanın kilidi
mahsus selam eden mahpus resimlerin
bir güle, bir buğdaya ettiğin iki yemin
aile atından indiğin ağacın soyu
ikimizin
iç içe uyuyan ikiz yılanlar gibi kollarımızın kaderi
dolaşmış birbirimizin boynuna
ben buradayım, ikimizin hatırası burada,
ya sen nerdesin gümüşali?
yokluğun yetmiyor yaratmaya
ya beni hiçliğine al
ya eller içimi öldürmeden çık ortaya!

adı, gümüşali, bana öyle demişti
tanımazsınız onu, belki de bana öyle demişti
saklanmayı bilir, görünürken de
yanınızdan ecel gibi geçip gitmeyi
saygılıdır, sessizdir, ölçüsü gecelerdir
öfkesine saklar kendini, pençeleri her dil bilir,
bana arkası kuşlu bir cep aynası vermişti, kuş duruyor ayna uçtu
bazı baktıklarımda ansızın çıkagelir, dağılıp
kapladığı havaya
çıkagelir başka adlarla
gökyüzü gibi gözlerimde uğulduyor sureti
arayıp durduğuma bakmayın
belki görsem tanımam bir daha

bana, adım, gümüşali demişti, bu kadarı yeter bana
vaktim azaldı, hiçbir şey istemiyorum ondan
belli olmaz, her an çekip gidebilirim
nice kalp düşürmüşüm yollarda, nice dayanıksız hatıra
seyreldi suyu nehirlerin, çöl bitti yazılmaktan, dağların ölüsü tükendi
kurtlar gibi şehre indim aşktan
şehrin kanunları yabanım
mardin kalesinden bu yana izini sürdüm
gümüşali, artık seni bulmalıyım
eskiden olsa aşk derdim
şimdi vedalaşmak diyorum buna   



Murathan Mungan

 

Venedik - San Marco Meydanı, Rialto Köprüsü, Grand Kanal, Florian, Harry's.

$
0
0

Yeni bir İtalya gezisi öncesi (evet yanlış duymadınız yine İtalya’ya gidiyorum, bünyemde bağımlılık yapmış olabilir :P) Venedik’te yakaladığım kareleri paylaşmak istedim. Öncelikle izlenimlerimden bahsetmek istiyorum. Hani bazı güzellikler vardır (Eiffel için de aynısını söylemiştim) her ne kadar bilseniz, resimlerde, filmlerde görseniz bile kendi gözlerinizle gördüğünüz anda asla gerçek büyüsünü tam olarak kavrayamamış olduğunuzu hissedersiniz. Venedik de benim için böyle bir şehirdi. İlk kez ayak bastığım yerlerin sarı sıcak güneş altında keşfetmeyi sevdiğimden genelde yazın gitmeyi tercih ederim. Venedik bizi önce gri bulutlar, sonra fırtına ve su baskını ile karşıladı ama o kadar farklı ve şahsına münhasır bir atmosferi var ki, son gün yüzünü gösteren güneşin altında otururken her mevsimin bu kente ayrı yakıştığına karar verdim.


Venedik’te San Marco Meydanı’na çok yakın olan Palace Bonvecchiati adlı otelde kaldık. Odamız ufaktı ama kahvaltı, servis ve otelin Venedik’i yansıtan havasından çok memnun kaldık. Palace Bonvecchiati 4 yıldızlı olmasına rağmen 5 yıldız lüksüne sahip bir otel, odada sizin için her detayın düşünülmüş olmasına sundukları kaliteye hayran kalıyorsunuz.

Venedik’te hiç durmamacasına yağan yağmur, soğuk ve fırtına bizi yıldıramadı. Sürekli ters çevrilen şemsiyelerimizi siper ederek saatlerce yürüyüp şehrin içinde gönlümüzce kaybolduk. Neler mi yaptık? Öncelikle suların yükseleceği söylentisine aldırış etmediğimiz için 2. Gün tüm sokaklarda neredeyse diz boyu suların içinde kaldığımız için her dükkanda satılan yağmur çizmelerinden aldık :)
 
Daracık kanalları birbirine bağlayan sayısız köprüden geçtik, suya inşa edilmiş evlerin Venedik'e özgü mimarisine hayranlıkla baktık :)



Accademia Köprüsü'nden geçen gondolları izledik. San Marco Meydanı gece dizboyu sulara gömülmüştü, kimsecikler yokken bu sularda yürüdük. Ertesi sabah hava açınca, çekilmiş olan suları fotoğrafladık.

Venedik deyince maskesiz olur mu? :) hediyelik eşya dükkanlarında çeşit çeşit maskeleri inceledik.

Magnetler aldık.
 

Gözümüze çarpan bu atlıkarınca müzik kutularının müziğine kendimizi bıraktık.

 

Dört mevsimi yaşadığımız Venedik’te Chiesa Vidal Venezia’da klasik müzik konserine giderek “Four Seasons”ı dinledik.

Yağmurun durmasıyla heyecanla beklediğimiz gondol turunu gerçekleştirdik :)
  
Bize İtalyanca şarkılar söyleyen gondolcumuzun eşliğinde sularda süzülerek kanalları geçtik.



Rialto köprüsünü selamladık.

Gondolumuzdaki küçük melek figürlerini yanımıza almak istedik :p

  
Hemingway’in izinden Roma, Paris’ten sonra Venedik’te de “Harry’s”e gittik. Tarihe açılan bu kapıdan içeriye girince müthiş manzarası olan muazzam bir yerde bulduk kendimizi. Hemingway’in yazılarına ilham oluşundaki haklılığı yaşayarak anladık. En güzel füme somon ve ravioli’yi burada yedik, bellini’lerimizi keyifle tokuşturduk.





Bir şehri kuşbakışı seyretmenin keyfini Paris ve Prag’da yaşadığımız için San Marco Meydanı’ndaki kuleye tırmanarak etrafımızı uzun uzun inceledik.


Dükler Sarayı’nı gezdik. Her odanın kendisine özgü ihtişamlı tasarımı, her biri birer sanat eseri niteliğinde eşyaları, işlemeleri karşısında kalakaldık.



Dünya’nın en eski kafesi olan “Florian”a gittik. Nefes alan bir sanat eseri olan Florian’da içimizi ısıtmak için sıcak çikolatalarımızı yudumlarken beyaz fraklı garsonların taşıdığı gümüş tepsilerin havada uçar gibi gidişini biraz şaşkınlık, biraz da hayranlıkla izledik :)

Birçok klasiğin ilk basımlarının bulunduğu bu kitapçıda günler saatler, günler hatta aylar geçirmek istedik :) Vitrinine yapışıp kaldık, Oz Büyücüsü’nün ilk basımına el sürsem Dorothy ile o kasırganın içinden geçip Büyücü’nün dünyasına adım atacak gibi hissettim.
Akşamüzeri havaalanına doğru yol almadan önce büyük kanala son bir kez yürüyerek güneşin bulutların arasından süzülüşünü izledik.
Deniz taksisi bizi havaalanana götürürken Venedik’e veda olarak gri pembe tonlarında son birkaç kare daha çektik.

 Güneşin batışı ile bizim için bir tatil daha sona ermiş oldu.


12.12.2012

$
0
0

Tarihler 12.12.2012’yi gösteriyor. 21 Aralık’a 9 kala, bir daha 88 sene sonrasına kadar kendisini tekrar etmeyecek bir tarih. Sabah açtığım forma yazana kadar farkına varmadığım bu tarihin diğer günlerden bir farkı yok. Tıpkı 21 Aralık gibi. Diğer yandan Maya’ların takvimine göre dünyanın sonunun yaklaştığına inanan insanlar hiç de azımsanacak gibi değil. Zaytung’da da yer aldığı ve hepimizin bildiği üzere, Şirince “ölmeden önce görülecek” yerler listesinde 1. Sıraya yerleşti :p Peki nedir bu felaket tellallığı, bunca telaş? Takvimin sona ermesiyle zincirleme reaksiyon şeklinde vuku bulacak felaketlere inanlar, kıyamet kopmayacak ama dünyaya yakın geçen yıldız sebebi ile tüm kaynaklar kontamine olacak, elektrik, su olmayacak her yer yağmalanacak, dünyanın yörüngesi kayacak diyenler hiç de azımsanacak gibi değil. Bir yandan da inanmıyorum ama ya olursa diyenler var.

 
Şimdi sakin bir şekilde düşünün. Gerçekten kıyamet kopacak olsa ve dünyaya bir yıldız yaklaşsa bunu şimdiye kadar görmez miydik? Hadi Nasa saklasın, binlerce amatör gökbilimci insanlardan böyle bir şeyi saklayabilir mi? Dünyanın yörüngesi kayarsa pusulanın yönü dışında hayatımızda bir değişiklik olmayacak. Sonra, Maya takviminin son bulması, bizim mutfakta asılı saatli marif’in son yaprağının olması gibi bir şey. Bu takvimin bittiği anlamına geliyor, dünyanın değil. Ayrıca Papa İsa’nın doğum tarihini 6 yılcık kadar yanlış hesaplamışız demedi mi? O zaman çoktan kopmuş olması gerekmiyor mu bu kıyametin? :)

 
 

Bir gün bir göktaşı gelip dünyaya çarpabilir, depremler olabilir, dinazorların milyonlarca yıl önce başına gelen şey bizim de başımıza gelebilir elbet, her şey olasılık dahilinde, ama o tarihin 21.12.2012 olacağına inanmak aklımın almadığı bir şey. İşin komik yanı kozmik olarak birçok insanın aynı şeye inanması bir olayın gerçekleşmesine yol açabilir felsefesine olan inancım “kıyamet kopacağı için inanan insanlardan, insanlar inandığı için kıyamet kopacak” gibi kara mizahi bir içsel monoloğa sebebiyet veriyor :)

 
 
Ayrıca, herkesin ağzında bir dünyanın sonu geliyor lafı ama ben 9 gün sonra ölecekmiş gibi yaşayan birisini de henüz görmedim. Herkes günlük düzenini devam ettirirken bir yandan “amanın öleceğiz” diye feryat ediyor, bu aslında içsel olarak kendilerinin de inanmadığının en büyük kanıtı :) gökten bir bildiri inse ve “9 gün sonra kıyamet kopacak ey insanlık!” dese ne yaparız? Yarın işe gitmeyeceğimiz bir gerçek :)
 
 
Tüm bunlar bir yana, tutun ki kıyamet koptu o zaman tüm insanlığın başına gelecek bir şeyden ben niye kaçmak isteyeyim ki? Öleceksek hepimiz öleceğiz, milyarların üstüne tüy dikip ayakta kalmanın bir anlamı var mı sizce? Hangi taraftan ele alırsanız alın 21 Aralık 2012 günlük hayatın karmaşasında canı sıkılan vebu duruma  biraz heyecan katmak isteyen insanların sığındığı sığ bir kıyı benim gözümde. O gün de gelip geçecek ve bu sefer saracak başka ileriki tarih arayacaklar.
 
 
Hepimizin kendine ait bir dünyası var ve bu bireysel dünyalarda aslında sürekli kıyametler kopuyor, düzenler yıkılıyor sonra yeniden ayağa kalkıyor. Sevgili okurlar, bu aralar robotik bir düzende çalışmakta yemek yemek için dahi vakit bulamayıp uykumda bile işle ilgili krizleri görmekteyim. Aah aah siz bir de benim içimde kopan kıyametleri görün!! :p  Bu yoğunlukta bir süre yazamayabilirim, artık 21 Aralık’ta görüşürüz. Şirince’nin şirin insanlarına da buradan selamlarımı iletiyorum. Kıyametten korkup kaçanları bağırlarına basıp bir kez de benim için “öpsünler”! ;)
 
 

Yeni Yıl Mim'i :)

$
0
0

Evet, nerede kalmıştık. 21 Aralık’ı da kıyameti koparmadan geride bıraktığımıza göre yeni postlara yelken açabiliriz :) Sevgili missipisi'm beni mimlemiş. Fark ettim de en son geçen sene mim yapmışım. Konu olarak yeni yıl ile alakalı olmasa da senelik olarak mim postu girebildiğimden adını yeni yıl mimi koydum :) Ben yaparken çok keyif aldım, bu postu okuyan ve cevaplamaktan keyif alacak herkese gitsin diyorum...  
 
Mantığın mı yoksa duyguların mı ön plandadır?
Zor bir soru bu. Nasıl ki ying yang’da iyilik ve kötülük iç içedir, aslında kötü de iyi de yoktur aynı bu şekilde benim mantık ve duygularım iç içe ve ikisi arasında karar vermem gerektiğinde öyle bir an geliyor ki mantık da duygu da kavram olarak yitiyor. İlle bir seçim yapmam gerekirse “Duygularına engel olamayan rasyonel” gibi bir klasman açabilirim kendime :p 

İnsanlar niye mutlu değiller? Niye gözlerinin önündeki mutlulukları görmüyor ve şükretmesini bilmiyorlar?
Bunu birçok sebebi var ama temelde üretim ve tüketimin pik yapması, çok daha geniş kitlelere çok daha ucuza tüketim ürünleri sunabilme, hızlı moda gibi her şeyi tablet tüketip yenisine aynı iştahla saldırabilmemiz en büyük sorun. Eskiden bayramlık denen bir şey varmış, yeni kıyafetler senede 1-2 kez bayramlarda, doğumgününde alınırmış ve çok kıymetli olurmuş. Şimdi bize her gün bayram. Gün geçmiyor ki elimide poşetler olmadan dönmeyelim eve. Herkes alıyor, önceleri alabilmek yeterli olurdu şimdi o da yetmiyor. Herkes aldığını “göstermek” istiyor. Moda bloglarının mantar gibi çoğalmasının sebebi bu. Şimdi gösterebildiği oranda mutlu oluyor insanlar, bir sonraki aşamayı merak ediyorum açıkçası… 

Çok para harcayıp, keşke almasaydım ya da harcamasaydım dediğin bir şey var mı?
Hmm, bir sonraki soru lütfen! :) Şaka bir yana eskiden olabiliyordu, o an için mantıklı gözükse de sonra nerede kullanacağım bunu dediğim bir şey. Şimdi olmuyor, çok para harcayacağım bir şeyi zaten uzun zamandır istiyor oluyorum, gerçekleşene kadar gün sayıyorum, aldığımda da uzun süre kullanıyorum. 

Haklı olduğun bir konuda kendini savunur musun? Yoksa susmak adalet mi dersin?
Savunurum, ama Boğa burcu özelliği sanırım son ana kadar bir sabretme, karşımdakinin haksızlığını görmesini bekleme durumu oluyor, baktım olmuyor kendimi savunma noktasına geldiğimde aşırı tepki verebiliyorum. Haksızlığa uğrama, insanlar tarafından yanlış anlaşılma, yargılanma gibi korkuları eskiden çok yoğun yaşardım. Şimdi beni tanıyan zaten biliyor, tanımak isteyenlere de açık bir iletişimim var, tanımak istemeyip kalıba sokmak için çaba gösterenleri de uğraşsam da değiştiremem zaten diye düşünüyorum :) 

Tok gözlü müsün? Yoksa her şeyim olsun diyenlerden misin?
Her şeyim olsun demenin kötü bir yanı yok ki. Olması için çirkinleşmek başka. Şu anda sahip olduğum her şey için şükran doluyum ama seneye sahip olmadığım yeni şeyler istiyorum, bu bir anlamda motivasyon oluyor insan için. Herkes elinde olanla yetinip daha fazlasını istemese o zaman çalışmanın bir anlamı kalır mı ki? Sahip olduğum her şeyden aynı zamanda da vazgeçebilirim, “Bir Çift Yürek” kitabındaki gibi. Duygusal bir bağım yok hiçbiri ile ama yaşarken bunları kullanmaktan keyif alıyorsam eğer kendimi de mahrum etmem. 
Bir de edinilen dostlar konusunda tok gözlü olmanın bir manasını göremiyorum. Her dost insanın hayatına mutluluk katan yeni bir ışık benim gözümde. Blogger’da bunun birçok örneğini gördüm, en çok da karşılıksız içten gelen süprizler mutlu ediyor insanı. Geçen hafta işyerinde bir paket aldım, üzerinde minik bir kalp olan. Açtım içinden kocaman bir kalp çıktı. Pinosh’uma sonsuz teşekkürler…

BeTwin Us'dan Yeni Yıl Hediyesi, Armani Jeans Çanta! :)

$
0
0

İkiz kardeşimle diğer blogumuz Betwin Us’da sizler için bir hediyemiz var. Yeni yıla girerken son İtalya gezimizden sizler için yılbaşının en güzel renginde bir çanta getirdik. Armani Jeans kırmızı çanta çekilişimize katılmak için son 3 gün! :) 

Eğer siz de bu çantayı bizim kadar beğendiyseniz buraya tıklayarak katılabilirsiniz. Çekilişe katılmak için son tarih 1 Ocak, herkese bol şans ;)
 

Milano - Duomo, Galleria Vittorio Emanuele II, Via Brera, Castello Sforzesco.

$
0
0
2011’in son postuna baktım geçen gün. 2012 için dileklerim arasında 3 yeni yer daha görmek istediğimi yazmışım. Bunu yazarken en ufak bir seyahat planımız dahi yoktu. Ama ne mutlu ki farklı birçok şehri gezdik. Bunlardan bazılarını planladık bazıları son anda gerçekleşti, ama her biri apayrı bir keyif oldu bizim için. Şimdi 2013’ü karşılamaya hazırlanırken evrene bir teşekkür olarak yılın son postunu son gezimize ayırmaya karar verdim. Dolu dolu bir hafta sonu geçirdiğimiz bu şehri çok sevdik. Kışın başında gitmemize rağmen taze bir sonbahar havası vardı, Güneş de 2 gün boyunca gülümsedi bize :)

 
Milano’ya gitmeden önce bu şehre dair en ufak bir fikrim yoktu. En çok nesini sevdin Milano’nun derseniz, tüm şehri sarı, turuncu, kırmızı yamalı bir battaniye gibi kaplayan sonbahar yapraklarını sevdim. Bir metropol olmasına rağmen sakin havasını, insanların hiçbir yerde görmediğim kadar şık ve özenli oluşlarını, cam tavanı ile Galleria Vittorio Emanuele II'yi, yemeye doyamadığım İtalyan yemeklerini sevdim :) 

 
Pazar akşamı dönmek üzere bir Cuma gecesi kanat çırptığımız bu şehri dolu dolu yaşamak için merkeze yakın bir yerde kalalım dedik. Otelimizin lokasyonu umduğumuzdan da güzel bir yerdeydi. Galeria Vittorio Emanuele II’ye yaklaşık 15 adım uzaklıkta modern ancak dekoru tarihi bir dokuya sahip Hotel De La Ville’den çok memnun kaldık. Gece 1’de vardığımızda Galleria’ya doğru götürdü adımlarımız bizi. Tek bir insan yoktu, ışıkların pırıl aydınlığında cam tavandan gözlerimizi alamayarak Duomo’ya kadar yürüdük.

 
 
Ertesi sabah pırıl pırıl bir Milano sabahına açtık gözlerimizi. Galleria’yı bir de gündüz gözü görelim dedik. Hemingway’in izinden Biffi’s’e vardık. Galleria’da Savini, La Locanda del Catto Rosso, Biffi’s gibi lüks, hizmet kalitesi yüksek restoranlar yer alıyor.

 

La Locanda del Catto Rosso'nun camındaki siyah kedi önünden her geçişimizde göz kırptı bize :) bu sefer oturamadık ama en az bizim kadar kedi seven arkadaşlarımızla gelince oturmak üzere zihnimizin bir köşesine yazdık.


Galleria’nın iç yapıları, cam tavanı ve yer döşemeleri muazzam güzellikte bir mimari sunuyor ziyaretçilerine.

 

Galleria’nın içine gezinirken insanların bir boğa mozaiği etrafında döndüklerini gördük. Kalabalık denilecek bir topluluk halka oluşturmuş herkes gelişi güzel bir şekilde kendisini ortaya atıp topuğunu boğanın malum yerine bastırarak üzerinde tam bir tur atıyordu. Şans getireceğine inanılıyormuş, adettendir madem dedik biz döndük bir tur :)


 
Daha sonra Duomo’ya doğru çıkan kapıya doğru yürüdük. Bulutların arasından Duomo olanca azameti ile karşımıza dikiliverdi. Duomo’nun ince işçilikli işlemelerini inceleyerek meydanda biraz dolaştık. Daha sonra tepesine çıkacağımıza söz vererek Galleria’nın diğer bir kapısından Via Brera’ya doğru yol aldık.  

  
Milano sokaklarında gezinirken sonbaharın en çok bu şehre yakıştığına karar verdik. Sarı yapraklı ağaçlar İtalya sokaklarına apayrı bir güzellik katıyordu.

 
Duvarda gözümüze çarpan mermer tabela vardığımızı haber verdi bize :)

 
Via Brera’da Milano’nun en işlek yerlerinden birisi. İrili ufaklı kafeleri her daim tıklım tıklım dolu, özellikle geceleri kalabalık sokaklara taşmış oluyor. Gece geldiğimizde yarım saat oturacak yer aradık. 


Gezi kitabımızdan okuyup yemeklerini merak ettiğimiz yıllanmış bir mekan olan Jamaica’ya oturduk.
 

 
Enginar kalpli pizzasına bayıldık :)
 


Milano’da dikkatimizi çeken bir şey de hemen herkesin köpeğinin oluşu oldu. Sokakta kimi görseniz elinde bir tasma ile köpeğini gezdiriyor, köpek sahibi insanlar o kadar fazla ki lüks mağazalara bile hayvan kabul ediyorlar. Aşağıda gördüğünüz üzere restoranların önünde hayvanlar için su kapları bulunuyor. Ayrıca cicili bicili köpek kıyafetleri satan bir sürü dükkan da gördük. 

 
Dikkatimizi çeken bir diğer şey de Milano insanlarının kürkü çok sevdiği oldu. Hiçbir yerde görmediğimiz kadar çok kürk giyen insan gördük burada.Hayvan sevgisi gelişmiş (gibi görünen) bir millet için çok tezat bir durum olduğuna kanaat getirdik :/

 
Via Brera’dan çıkıp kendimizi Milano sokaklarına teslim ettik :) her sokakta farklı bir güzellik karşıladı bizi. Kimilerinde yılbaşı süslemelerinin ışıltısına bürünmüş dükkanlar gördük kimilerinde yine sarı yapraklı ağaçlar.



 

Nasıl ki ilk tanışmanızda bir insandan aldığınız elektrik onu sevip sevmemenizde çok önemlidir, şehirler için de bu böyledir. Milano’dan hep pozitif elektrik aldık hava bile işbirliği yapmışçasına hava durumu raporunun aksine bozmadı :)

 
Geldiğimiz yoldan geri dönerek Galleria’nın kapılarından birinin açıldığı Leonardo ve öğrencilerinin bulunduğu meydana ulaştık.



 

Son akşam yemeği freski için çok önceden randevu almak gerekiyormuş bizim 2 günümüz olduğu için (ve de önceden bu durumdan haberimiz olmadığı için) şansımızı denemek için şehrin öbür ucuna yürümeye karar verdik. 

 




Şansımız yaver gitmedi :) Ama en azından denemiş olmanın gönül rahatlığı ile bir de yapının dışını görebilmiş olmanın avuntusu ile elimizde harita farklı sokaklarda kaybola kaybola meydana döndük.



Meydanda bize yemeden dönmeyin denilen dondurmacıya uğrayıp hepimiz farklı tatlarda kuplar aldık ve birbirimizden tadına baktık :p


Aldığımız enerji ile Milano kalesi Castello Sferzesco’ya  kadar yürüdük. Yolda sarı yaprakların güzelliğine dayanamayarak diğer blogum  BeTwin Us için çekim yaptık :)
 


Gün geceye kavuşmak üzereyken bizim için Milano’ya gelen dünya tatlısı arkadaşımız SvG ve eşi ile buluşup inanılmaz keyifli bir akşam geçirdik. Önce deniz mahsülleri harika olan bir restorana gittik, daha sonra kokteylleri (Lost kokteyli özellikle :p) ile ünlü bir bara gitmek üzere metroya bindik. Mekana vardığımızda upuzun bir sıra vardı soğukta o saatte beklemektense Via Brera’ya gitmeye karar verdik ve Milano sokaklarını bir de gece arşınladık :)
 
 

Ertesi sabah uçağa kadar kalan vaktimizde Duomo’nun tepesine tırmandık. Mimarisi yakından daha da etkileyici olan yapıyı detaylı bir şekilde inceledik.

 
 
 

Her kulenin üstüne yer alan farklı simalar, simetrik desenli işlemeler ve melek figürleri çok etkileyiciydi.


 



Gri bulutlar arasından bir görünüp bir kaybolan güneş ilahi bir ışık oluşturuyordu.





Otelimizle Galleria arasında yer alan Luini son durağımız oldu :) Herkesin elinde poşetlerini görüp de merak ettiğimiz bu panzerotti’yi tatmadan şehirden ayrılmak istemedik. 
 
 
Panzerotti ne derseniz eğer, ekmek hamuru kızartır ya yağda annelerimiz onun içine farklı malzemeler koyduğunuzu düşünün. İçerisinde jambon peynir, ıspanak ricotta ya da mozarella domates bulunabiliyor. Önünde her daim metrelerce uzayan bir kuyruk var. 


Sahibi ehli keyif bir şahsiyet :) Önüne koyduğu bir çizelgeye göre farklı gün ve saatlerde açıyor dükkanını. Mesele bizim gittiğimiz gün saat 14.00’te açıyordu 20.00’de kapayacaktı. 

 
Buraya kadar gelmişken tatmamak olmaz diyerek 45 dakika bekledik. Sonunda panzerotti’lerimize kavuştuk. 



Ben ıspanaklısından tattım, tadı güzeldi ama bilmediğimiz bir tat değildi kısacası sevdik ama bayılmadık :) önünde bir daha 45 dakika bekler miyiz? Belki...




Fakat Luini ile aynı sokakta yer alan çikolatacı için değil beklemek, sırf orada tattığım sıcak çikolata için bir daha gidebilirim Milano’ya :) Burası da tıklım tıklım doluydu. Panzerotti kuyruğundan sonra bekleyip beklememe konusunda kararsızdık ancak sıra çok hızlı aktı ve sonrasında iyi ki beklemişiz dedik.




Dükkanın yanında bir cam içerisinde sürekli akan bir çikolata şelalesi var. Gece de kontrol ettik hiç durmadan akıyor günde tonlarca çikolata akıyormuş bu çeşmeden. Bu bile ağzımızı sulandırmaya yetti :)



 

Çok yerde sıcak çikolata içtik ancak böylesini henüz tatmadım. Venedik’teki Florian’ı bile geçti benim için. Eritilmiş Belçika çikolatası düşünün, sıcacık, son derece yoğun bir kıvama sahip ve mis gibi kakao kokuyor :) o kadar yoğun ki ufacık bir kabın yarısını doldurup veriyorlar onu bile 3 kişi ancak içebildik.
 



Kuyrukta beklerden duvarda resmini gördüğüm şeyin de tadını merak edip sıcak çikolatayı uzatırken sipariş ettim. Bildiğiniz ekmek arası dondurma desem :) ancak ekmeği tatlı kek gibi, paskalya çöreği gibi bir ekmek.
 
 

Önce ekmeği fırında ısıtıyorlar. 

Arasına bir top kaymaklı dondurma koyup çikolata çeşmesinin altına tutuyor sonrasında da üzerinde sos gezdiriyor. Sıcak kek ekmeğin arasında soğuk dondurma üstüne erimiş çikolata anlatılmayıp yaşanacak bir tat :) 


Daha önce hiç hem sıcak hem soğuk tatlı ve bir yandan sütlü bir tat tatmamıştım. Milano’nun kapanışı için muazzam bir tat oldu.

 

Meraktan bir de waffle’ını yiyelim dedik, incecik krep arasında waffle da çok güzeldi ama sıcak çikolata ve il colmato o kadar lezzetliydi ki waffle onların yanında sıradan kaldı. 



 

Bu müthiş tatların mutluluğu ile meydanda Duomo ve Galleria’yı son bir kez daha selamladıktan sonra Milano’ya veda ettik.. 


2012’nin son gezisi de burada sona ermiş oldu. Keyif almış olmanız dileğiyle, 2013'de yeni gezi günlüklerinde buluşmak üzere, herkese mutlu yıllar... :)
 

Geç Kalmış Bir Yeni Yıl Postu :)

$
0
0

Geçen sene yeni yılı karşılarken 2012’den beklediğim her şeyi madde madde yazmışım. Dönüp bakınca hemen hepsinin gerçekleştiğini gördüm. En öylesine, nasılsa gerçekleşmez diye yazdıklarım bile hayat bulmuş hem de umduğumdan çok daha güzel bir şekilde :) İnsan dağılmış düşünceleri birbirinden kopuk bir şekilde zihninde savrulurken neden güzel şeyler benim başıma gelmiyor, ben neden sahip değilim diye düşünebiliyor. Hep yardımın yukarıdan verilmesini umuyoruz. Yaratıcı gücü kendimizden uzaklaştırıp gökyüzünde bulutların arasına göndermek oluyor bu da. Oysa ki kendi içimizde istediklerimizi, beklentilerimizi çerçeve içine almak ilk adım. Kitaplardan okumadım, kulak dolgusu beylik bir laf da değil bu. Yaşayıp gördüğüm kanıtlanmış bir çıkarım bu.



İnsan kendi içinde taşıyor yaratıcı gücü. Kullanabilmek için de önce düşünmesi, zihnini bu isteklere yönlendirmesi gerekiyor. Olacağına dair bir kaygı beklemeden olmasını umup evrene saldıktan sonra (buna diler evrene bırakma deyin ister tevekkül) sadece gerçekleşmesi kalıyor geriye. Ben bu maddeleri yazarken gerçekleşmesi için günlerce gecelerce düşünüp beklemedim. Olmasını çok gönülden istediğim şeyleri zaman zaman aklıma getirip gerçekleştiğini hayal ettim, inandım ve ummadığım anlarda birer sürpriz gibi gerçekleşti hepsi.


Şimdi 2013’e girerken yine yapmaya ya da yapmamaya karar verdiğim, hayatımı daha da güzelleştireceğine inandığım şeyleri tek tek yazacağım.  Çok vaktinizi almayacaktır, 10 dakika kadar yeni yıldan neler beklediğinizi düşünüp bir parça kağıda hatta telefonunuzun not defterine yazın. Zaman zaman aklınıza getirin sonra bu maddeleri unutun. Seneye bakın hangileri gerçekleşmiş olacak :) Herkesin gönlünden geçenlerin gerçekleşmesi dileğiyle…



Gelelim 2013'ten beklentilerime...

1.       Geçen sene 4 yeni yer görmek istiyorum demiştim. 7 yeni yer gördüm bu sene de 4 yeni yer görmek istiyorum. Farklı bir şehirde uyanmak ve sokaklarını adımlamak bambaşka bir his. Bu duyguyu 2013’te de doya doya yaşamak istiyorum :)

2.       İnsan seneler ilerledikçe farklı bakış açıları kazanıyor. Yaşanılan her şey yeni bir faz öncesi hazırlık gibi aslında. Yaşadıklarımızdan aldıklarımıza bağlı olarak bir sonraki fazı ya da almamız gerekeni alamadıysak aynı döngüyü yaşıyoruz. Ben son zamanlarda kendisini tekrar eden döngüyü 2013’de kırmak istiyorum. Tüketim toplumu esiriyiz hepimiz. Eskiden kürek çeken köleler varmış şimdi yüksek plazalarda aynı şeyleri yaşıyoruz. Sabah erkenden girip karanlık olunca çıktığımız bu beton yapılar içinde hayatımızı idame ettirecek kazanç için tüm gün koşturup sonra o stresi atmak için avm’lere koşuyoruz. Harcadıklarımızı ödemek için çalışmaya devam ediyor, çalıştıkça daha çoğuna sahip olmak istiyoruz. Hayat aslında daha basit. Girdap halini alan döngü içinde boğulmadan aslında ayaklarımızın yere basacak kadar sığ sularda olduğumuzu fark etmemiz gerek. 2013’ten daha basit bir yaşama gidecek bir yol bekliyorum. Neden ve nasıl kısmı çok muğlak oldu farkındayım ama evrensel güç bir yolunu bulacaktır :)

3.       Bu kadar yoğunluğun arasında her şey o kadar hızlı yaşanıp nihayetleniyor ki bazen bu uğurda uykusuz dahi kalmamın sebebi yaşanılanların yazılı ve resimli olarak kayıt tutmak ve paylaşmak isteği. Bu sene en güzel resimleri çekip en güzel satırları yazmak, sesimi hislerimi daha da uzaklara duyurmak istiyorum.

4.       İnsan bir süredir evli olunca ve ailede ilk evlenen olunca yavaş yavaş herkeste aynı beklenti oluşuyor. Benim hiç hazır hissetmediğim ve hatta korktuğum bir beklenti bu. 2013’te daha emin olmak, geleceğe dair daha hazır hissetmek istiyorum. 2013’ten bir bebek değil ama bebek istemeye hazır olmayı istiyorum desem daha doğru olur sanırım :)

5.       Son olarak sahip olduğum biz düzen var. Çok da mutlu olduğum. Etrafımdaki dostlarım ve ailemin 2013’te de yanımda olmasını istiyorum. Birlikte geçirilen vakit çok önemli, geriye bir tek hatıralar kalıyor. O değerli anların devamı için hepimizin sağlıklı, mutlu ve bir arada olmasını istiyorum (bir de dünya barışı istiyorum demek gibi oldu bu farkındayım :) ama büyümek böyle bir şey sanırım artık sadece kendine somut şeyler değil, etrafındakilere de soyut şeyler, mutluluk istiyor insan.


Peki sizin 2013’ten beklentileriniz nedir? Nelerin değişmesini isterseniz, şöyle bir düşünün? :)

Viewing all 111 articles
Browse latest View live