Paris’te insanı sarhoş eden şeylerden birisi de özgürlük hissi. Liberte ilkesinin yukarıdan verilmiş bir hak olmadığını size adeta yaşatıyor bu şehir. Sanatı doğuşundan itibaren bir zaman çizgisi üzerinde yürüyerek izliyorsunuz. Louvre’da antik Mısır’dan başlayarak her şeyin mükemmel olarak resmedildiği dini ögeler ve meleklerde dolu Rönesans kompozisyonları, neoklasik eserler ardından, D’Orsay’de soyluları, melekleri, dini ögeleri değil de etrafında gördüğü gerçekliği bir tarla işçisinde resmederek sanatta realist akımı başlatan Millet’den Van Gogh, Gaugen, Delacroix, Renoir, Pisarro, empresyonist Monet'ye kadar birçok muhteşem sanatçının eserlerini görüp resmedilenlerin yaşattığı his ile sanatın insanı Tanrı’ya nasıl yaklaştırdığını anlayabiliyorsunuz. Daha sonra bir modern mimari harikası olan Centre Pompidou’da modern sanatın aykırı, tuhaf, kimi zaman da anlaşılmaz sanat eserlerini sindirdikten sonra 360 derecelik turunuzu tamamlamanın mutluluğu ile sanata doyuyorsunuz :)
![]()
Paris’te ilk gördüğümüz yer Louvre Meydanı olmuştu. Otelimiz meydanın karşısındaki sokakta olduğundan caddeyi geçerek bu açıklık alana adımımızı attığımız anda gökyüzünün derinliği, meydanın sakinliği ve bir o kadar da insana dehşet veren güzelliği karşısında kalakalmıştım. Uzakta Eiffel, yanımızda saydam cam piramitler ve onları çevreleyen müthiş mimari karşısında hayran olmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz.
![]()
Biz havaalanında birçok müzede geçen müze kart (museum pass) aldığımız için sıra beklemeden müzeye girdik. Paris’te bazı müzelerde fotoğraf çekilmesi serbest bazılarında değil. Louvre serbest olanların başında geliyor. Ben de en çok etkilendiğim tabloları fotoğrafladım. Bize gitmeden Louvre’a bir gün ayırın demişlerdi biz de öyle yaptık. Gerçekten düzgün bir şekilde eserleri sindirerek gezecekseniz tam bir gün ayırın. Yok her odaya girmem Mona Lisa’yı, bir iki de başka tabloyu görürüm derseniz daha kısa da gezebilirsiniz. Biz bu kadar muazzam eserleri bir arada görünce saatlerimizi müzede geçirdik.
Önce Antik Mısır’dan başlıyoruz. Anlıyorsunuz ki Mısır’da ne var ne yoksa (dev sütunlar dahil) gemilere yükleyip getirmişler :p Şaka bir yana Mısır’a ait hatırı sayılır bir koleksiyona sahip Louvre.
Antik Mısır’lı kadınların yüzük, kolye ve küpelerine bakın ne kadar güzeller değil mi? :)
Louvre’da hemen her odaya girmiş ve eserleri zamanın akışında incelemiş birisi olarak bıraksanız size yüzlerce kare sunarım. Ancak bu eserleri canlı incelerken alınan keyif fotoğrafları ile aynı olmayacağı için burada sizinle sadece en en beğendiklerimi paylaşacağım :)
Çizimlerini tipik olarak her tablosunda ayırt edebileceğiniz Leonardo Da Vinci:
Raphael’in Vaftizci Yahya, İsa ve Meryem’i konu alan tablosu:
Dönemlerine göre oldukça cesur resimler değil mi sizce de?
Ingres’in Banyo Yapan Valpinçon'lu Kadın'ı,
Meşhur Odalık (La Grande Odalisque),
Yerden tavana tüm duvarı kaplayan Jacques Louis David’in “Horatlar’ın Yemini” adlı tablosu tek kelime ile muhteşemdi.
Gericault’un devasa (7x5 metrelik) "Medusa’nın Salı".
Jose de Ribera’nın Yumru Ayak isimli tablosu. Dönemin Rönesans ressamlarının ışığını çalıştığı eser kilise ve meleklerin dışında yumru ayaklı dilenci bir çocuğu resmettiği için aslında realist akımın öncüsü olabilecek nitelikte (şahsıma ait bir yorumdur bir gerçekliği yoktur :p).
Uccello’nun San Romano Savaşı üçlemesinden ilk görebildiğimiz eser. İkincisini Floransa Uffizzi’de gördük, sıra Londra’daki sonuncu eserde :)
Puzzle’lara sık sık konu olan bu iki tabloyu tanıdınız mı?
Hüzün ve umutsuzluk ancak bu kadar güzel resmedilebilirdi.
Üst kata çıkarken rastladığımız "Samothrace'in Kanatlı Zaferi" adlı heykelin uçar gibi kanatlarına hayran kaldım.
Dillere destan güzelliği haklı olan Milos’nun Venüs’ü.
Vermeer’in İnci Küpeli Kız’ından sonra en sevdiğim tablosu "Dantelci Kız".
Louvre’da sadece tablolar değil sergilendikleri alanlar da muazzam bir güzellikteydi. Tavan süslemelerine bakın…
Meyve ve sebzeler hiç bu kadar yaratıcı kullanılmamıştır herhalde! :) Arcimboldo'nun sebze, meyve ve çeşitli nesneleri insan portreleri oluşturacak şekilde düzenlemesi gerçek üstü bir hayalgücü ortaya çıkarmış.
Biraz Monet ve Cezanne…
Louvre’dan çıktığımızda güneş batmaktaydı.
![]()
Paris’te Louvre’un kalbinde yer alan Hotel du Louvre’da kaldık. Napolyon III tarafından bizzat inşaa ettirilen Paris'in ilk lüks oteli olan Hotel du Louvre'unn merkezi konumu, servisi, kahvaltısından oldukça memnun kaldık.
Odamızda dinlenirken Laduree ve Pierre Hermes’den aldığımız makaronları yeme zamanı :) Sunumun güzelliği bile insanın iştahını açıyor...
Paris’te sabah kahvaltılarında en çok tuzlu tereyağı sevdim :) sütlü yumurta ve peynirleri de çok lezzetliydi. Sabah erkenden başlayan hayatı izleyerek kahvaltımızı ettikten sonra D’Orsay’e yol aldık.
D’Orsay müzesi Louvre’da yer alan sanatın ilk dönemi eserlerinden sonra modern sanata bir köprü niteliğinde muhteşem eserler barındırıyor.Rodin’in heykelleri, Van Gogh’un “Yıldızlı Gece”si, Cabanel'in“Venüs’ün Doğuşu” gibi eşsiz birçok tablo, Gaugen, Monet, Manet, Renoir, Millet gibi sanata yön veren sanatçının eserlerini görüyorsunuz.
![]()
İstanbul’da hayranlıkla gidip bahçesinde oturmaktan büyük keyif aldığımız Arkeoloji müzesinin kurucusu Osman Hamdi Bey Paris’te ilk gençlik yıllarını geçirmiş. Paris’e hukuk eğitimi için gidip şehirdeki özgürlükten, sanat ruhundan etkilenerek ressam olan Osman Hamdi Bey ülkesine dönünce sanat adına bir şeyler yapmak için Osmanlı’da ilk güzel sanatlar akademisini Çinili Köşk’e kurup sonrasında Arkeoloji müzesini genç bir Levanten olan mimar Vallouri’ye (Pera Palas’ın mimarı) inşa ettiriyor. Paris’e bu kadar aşık olduktan sonra İstanbul’a bunca güzel eser kazandıran Türk sanatının kendisine çok şey borçlu olduğu Osman Hamdi Bey’in bir tablosunu D’Orsay’de oryantalizm bölümünde görmek bizi çok duygulandırdı. D'Orsay eski bir tren garından müzeye çevrilmiş muazzam bir yapı. Zamanında gardaki yolculara hizmet eden devasa saat artık müzenin en ilgi çekici eserlerinden biriymişçesine ziyaretçilerin ilgisini üzerinde topluyor.
![]()
D'Orsay’de fotoğraf çekmek yasak olduğu için eserleri görüntüleyemedim. Paris’te yapılması gerekenlerin en başında geliyor D’Orsay’e gitmek. Yarım gününüzü ayırmanızı tavsiye ederim, eserleri sindire sindire incelemek ve sanatın büyüsünü duyumsayabilmek için.
Sonrasında Centre Pompidou’ya yürüdük. Paris’te her sokak, dükkan, meydan ayrı güzeldi. Yolda Kusmi Tea isimli bir çay dükkanının renkleri bizi içeriye çekti. Burada farklı aromalarda bir sürü çay satılıyor biz 3 paket aldık ancak daha da almadığımıza pişman olduk. Aromaların kokusu, tadı çayları her yudumlayışta ayrı bir lezzet bırakıyor damağınızda :)
Bir makaron dükkanı daha, Paris’te her köşede görüp hepsinden tatmak istiyorsunuz :)
Mimari yapısı bile başlı başına bir şaheser olan tarihi Opera Binası…
Modern sanat eserlerine ev sahipliği yapan Centre du Pompidou’nun içine girmeden bir eser gibi hazırlanmış dış cephesi karşıladı bizi.
Burada anlamlandırabildiğimiz ve anlamlandıramadığımız birçok eseri inceledik. Çok sevdiğimiz Gerhard Richter’in eserleri gezici sergi ile sunulmaktaydı, museum pass kartımız bu sergiyi kapsamadığından müzedeki diğer eserler için geçiş kartımız bulunmasına rağmen bir daha bilet almak zorunda kaldık. 3D çok etkileyici birçok eser de sergilenmekteydi. Bir iki Picasso eserini fotoğrafladım.
“Odalık” adlı eserin Picasso tarafından post modern yorumu.
Bu eserin takvimi vardı odamda ben çocukken. Gerçeğini ummadığım bir anda karşımda görüne heyecanlanıverdim :)
Richter’in en ünlü eserini tanıdınız mı? Fotoğraf karesi kadar gerçek yapılmış bu tablo önünde insan hipnotize olmuşçasına kalakalıyor.
Gerhard Richter’in sanat anlayışı herhangi bir tarzı benimsememekten geçiyor. Fotoğraf hatları kadar keskin eserleri de, fotoğraf üstüne yapılmış kendine has tarzda çalışmaları da, eskizleri de, soyut eserleri de birbirinden bağımsız, farklı ustalıklarda resmetmiş sanatçı.
Sacre-Coeur’un bulunduğu Montmarte semtine doğru yaklaşık 15 dakikalık bir araba yolculuğu yapıyoruz. Daracık sokaklar, pervazlarında renkli çiçeklerin göz aldığı taş evler o kadar güzeldi ki bu sıcak yaz gününde yolculuk hiç bitmesin istedik.
Dilerseniz önce Montmarte sokaklarını gezelim. Biz Paris tatilimiz boyunca bir daha gelmek istesek de buraya vakit bulamadık ancak sokak sanatçılarının tezgahları, şirin evlerin çevrelediği sokakları ile bu sevimli semt Paris’in simgelerinden birisi oldu bizim için.
![]()
![]()
Bir makaron dükkanı daha :) Montmarte sokakları Paris deyince insanın aklına gelen o epik görüntüyü adeta zihninize kazıyor :)
Makaron yemedim ama kim waffle yiyemezmişim diyor :p Sacre-Coeur'ün kulelerine tırmanmadan önce enerji depolamak lazım!
Sacre Coeur tepede yer alan çok güzel bir kilise. Buradan Paris’in manzarası eşsiz. Hele daracık merdivenlerde 400 basamak tırmanacak gücünüz varsa tepede sizi karşılayan Paris manzarasını tarif edecek bir söz yok :)
![]()
Sacre-Coeur’ün en üst kubbesi Eiffel’den sonra Paris’in en yüksek noktasıymış. Biz kilisenin içini gezmeden waffle’dan aldığımız önce aldığımız enerji ile basamakları tırmanarak 360 derecelik görsel bir tur yaptık.
Kulenin tepesinde hatıra fotoğrafı çektirmemek olmaz diyerek sırayla Dilem ve ben çekildik :)
Taa uzaklardan Eiffel ufak bir nokta olarak gözüküyordu.
Yukarıda yarım saat kadar kaldıktan sonra kilisenin altında yer alan bodruma indik. Havanın nemli sıcağından sonra klimalıymışçasında serin taş duvarlara yansıyan loş ışığı takip ederek mezarları ve yolun sonunda yer alan ufak bir şapeli gezdik. Sacre Coeur, kutsal yürek anlamına geliyor. İsa'nın kutsal yüreğine adanmış kilisenin yapılması için girişimde bulunan Katoliklerden birisinin kalbi vücudundan ayrı olarak bodrumda gömülü bulunuyor. Kutsal Yürek'in Fransa Prusya savaşında Paris'i saldırıdan koruduğuna inanılıyor.
Montmarte’dan güneş batarken ayrılıp akşam yemeği için L’Entrecote’a gidiyoruz. Burası salyangoz yeme fikrine alışamayan Türk aileleri için olmazsa olmaz bir yer :P
İçeriye girmek için sıra bekliyoruz, gelmeden önce bu konuda bilgi sahibi olduğumuz için 3-4 masada Türk aileleri görünce şaşırmıyoruz :) L’Entrecote sevimli, yerel bir mekan.
Saint Germain’de bulunması burayı sevmem için yeterli bir sebep.
İngilizce menünün olmamasına biraz şaşırsak da yiyeceğimiz şeyi bildiğimiz için kısaca “antrikot istiyoruz” dedik :)
Önden salatalar servis ediliyordu, bir önceki serviste salata bittiği için bekledik. Son servisteki salatayı alsak yapraklar ölmüş olur muydu bilemiyorum ama yeni turda gelen salata gayet lezzetliydi.
Et iyi pişmiş bir şekilde Cafe de Paris sosu ile servis ediliyor. Etimiz yeni kızarmış ve sıcaktı, sosunu da sevdik ama patatesler daha sıcak olabilirdi. Ailecek gittiğimiz mekanın genel olarak lezzetlerinden (ve de anne babamızın yiyecek bir şey bulmakta zorlanmamasından) oldukça memnun kaldık.
Yemeğimizin üstüne profiterol ve oraya özgü bir makarona benzeyen kurabiyeler arasında dondurma ile yapılan bir tatlı yedik. Her ikisi de aşırı lezzetliydi diyemem ama sunumları güzeldi.
Böylelikle Paris gezimizin sonuna geldik. Birçok şeyi yaptık ama yapamadığımız bir o kadar da çok şey kaldı, Paris’e doyamadık ve bu aşk kokan şehirde Sevgililer Günü’nü kutlamaya karar verdik :)
Son kare olarak gece, ışıkları yanarken görmeye bayıldığım Eiffel ile Paris'in son postunu noktalıyorum. Gezimizden keyif almış olmanız dileğiyle :)