Quantcast
Channel: Giz'li Teras
Viewing all 111 articles
Browse latest View live

Müthiş Elmalı Crumble Tarifi :)

$
0
0


Her işte bir hayır vardır derler. Ben artık buna fazlası ile inanıyorum. Elmalı Crumble tarifini denemeyi kafama koyduktan sonra gidip özenerek renkli minik fırın kapları aldım. İnternetten onlarca tarif okuyarak zihnimde tartıp içine malzeme ekleyip çıkardım ve tam mutfağa girdim ki renkli kaplarımın yokluğunu fark ettim. Sevgili eşim poşetin alt kısmında kaldığı için çöp zannederek minik kuplarımı atmış. Evde ne varsa onunla yaparım artık dedim ve tarife giriştim. Her aşamayı fotoğrafladım ve daha sonra post yaparım diyerek makineyi kaldırdım. Aradan zaman geçtiğinde post yapmak için fotoğraflara bakayım dedim, ama makinede tek kare yoktu :) Ben de yılmayarak aradan geçen 1.5 ay sonunda tekrar gidip mini kuplar aldım ve tarifi bir öncekine göre geliştirerek tekrar denedim. Sonuç muhteşemdi. Aklımdakinden de güzel olmuştu :) Şimdi bu bağımlılık yapacak tarifi sizlerle paylaşmayı bir borç biliyorum :p Resimlerde bize mutfak momijimiz eşlik ediyor olacak :)



Hamur için malzemeler:
10 yemek kaşığı un
10 yemek kaşığı esmer şeker
125 gr tuzsuz tereyağ (minik küpler halinde kesilmiş)
1 tutam tuz

Harcı için malzemeler:
3 orta boy elma (yeşil de kullanılabilir ama ben kırmızı tercih ediyorum)
1 tatlı kaşığı tarçın
1 avuç kuş üzümü
1/2 avuç yuvarlak kuş üzümü
10 ceviz (soyulmuş alırsanız 20 adet yarım ceviz ediyor)
1 paket vanilya
1 adet limon
5 yemek kaşığı esmer şeker

Hamur için un, şeker, küp küp kesilmiş tuzsuz tereyağı ve tuzu ronyoda ekliyoruz. Daha sonra kesik kesik aralıklarla yavaşça karışıtıyoruz. Burada amaç tüm malzemeleri homojenize karıştırmak değil.




Tereyağların un ve şeker kaplı minik topaklar olmasını sağlamak, bu sebepten her karıştırmak için rondoya bastırmanızda yağın topaklanıp topaklanmadığın kontrol edin, fazla karıştırmamaya özen gösterin eğer fazla karıştırır da düz bir hamur elde ederseniz de paniklemeyin kolayı var :) hamuru buzluğa atıp 10 dakikda beklettikten sonra elinizde ufalayabilirsiniz aynı şey olur. Hamuru buzdolabında bekletin.



Meyve karışımı için, elmaları minik küpler halinde doğrayın. Her tarifte iri küpler diyor ama bence minik doğrandığında çok daha lezzetli oluyor. Üzerine tarçın, kuş üzümleri, vanilya ve 1 adet limonun suyunu da ekleyin. Cevizleri iri iri elinizde ufalayın. Karışımı tahta bir kaşık yardımıyla iyice karıştırın ve minik kaplara üst kısmında hamur payı bırakacak şekilde yayın.


 
Daha sonra buzdolabından hamuru çıkarıp karışımın üstüne ufalayarak yayın. Sakın elinizle bastırmayın, minik kartopları gibi üst üste yağıp bir kalınlık oluşturana kadar ufalayın.


Mutfak momijimiz oldukça pozcu çıktı :p


190°’de ısıtılmış fırına atarak üst kısmı kızarana kadar (15 - 20 dakika kadar) pişirin. Fırından gelen mis gibi kokuya inanamayacaksınız :)



Servis ederken yanına 1 top vanilyalı dondurma çok yakışıyor. Soğumadan ılık olarak yemeninizi tavsiye ediyoruz, gerçekten muhteşem bir tat, afiyet olsun! :)


Life of Pi (Pi'nin Yaşamı).

$
0
0

Life of Pi, (Pi’nin Yaşamı) büyülü denecek kadar güzel sahneleri, epik anlatımı ile uzun zamandır izlediğim en etkileyici filmdi. Hala vizyondayken 3d olarak görmezseniz çok şey kaçırırsınız. Yann Martel’in kitabından uyarlanan eser, Pi adlı Hintli bir gencin bir gemi kazası sonrası Bengal Kaplanı Richard Parker ile aynı filikada verdiği hayat mücadelesini anlatıyor gibi gözükse de film boyunca Tanrı ve inanç kavramlarını sorguladığınız destansı bir macera içine adım atıyorsunuz.


Yönetmen Ang Lee, tek başına metaforik konusu ile zihinlere kazınabilecek bir filmi muhteşem görselliklerle öyle güzel harmanlamış ki, izlerken masalsı karelerin renkleri arasında kaybolduğunuzu hissediyorsunuz. İlk karelerde Hindistan’ın lirik renkleri, binlerce Tanrı için yapılan törenlerdeki ışıltı, mumlar, kıyafetler, semboller sizi büyülüyor.


Kanadalı bir yazar, Hintli bir yetişkin olan Pi’nin hikayesini kaleme almak için kendisini ziyaret ediyor ve Pi yalın bir şekilde yaşam hikayesini anlatmaya başlıyor. Çocukluğundan itibaren serbest bir ortamda yetişen, Hindu, Hristiyan, Müslüman, Yahudi adetlerini benimseyen ve sorgulayarak inanca ulaşması için özgür bırakılan bir çocuk Pi figürü var. Burada asıl gerçeğe eren kişinin Pi’nin babası olduğunu görüyoruz. Oğluna hiçbir inancı zorla empoze etmiyor, doğru yolu kendin seçmelisin diyor ve onu özgür bırakıyor. Pi’nin babası Hindu olmasına rağmen kendisi de aslında körü körüne inanmıyor. Çocuk yaşta dini törenlerin büyüsünde mumların ışığında büyülenen Pi ve kardeşine “din karanlıktır” diyor. Oğulları sorgulamadan körü körüne bağlanmanın karanlığına çekilmesin, aydınlığı dünyalarına kendileri çeksin istiyor.


Pi’nin Yaşamı giriş sahnesinde size “Tanrı’ya inandıracak” bir hikaye vaadi veriyor. Aynı sandalde vahşi, açlıktan gözü dönmüş bir kaplanla tecrübesiz bir gencin hayatta kalış serüveni sonunda inancınızın kuvvetleneceğini düşünüyorsunuz. Oysa sonunda hayatta kalmak için renkli, masalsı, kaplanlı bir hikayeye tutunan Pi, acı bir tebessümle ikinci bir hikaye anlatıyor. İlk hikayenin başında sandalda kendisi ile kurtulan zebranın (Japon genç), sırtlanın (aşçı) ve maymunun (annesi) olduğu, tüm yolculuk boyunca sandalda yalnız olduğu saf acı dolu bir hikaye.




Kaplanlı ve kaplansız her iki hikayede de gemi batmış, ailesi ölmüş ve aylarca yalnız kalmış olması, çektiği acılar değişmiyor. Sonuç aynı olmasına rağmen siz hangisini seçerdiniz sorusuna yanıt olarak Kanada’lı yazar “Kaplanlı hikaye” deyince yetişkin Pi “Tanrı da böyle isterdi” diyor. İnsan yiyen etobur bir ada, alev alev yanar gibi görünen gün doğumları, fosforlu sular, dev balinalar, ehlileşmeyen ama eğitilebilen kaplan aslında “din” kavramını sembolize ediyor. Nasıl ki Yunus denizin ortasında bir balinanın karnında yolculuk ettiyse, Pi de aynı şekilde bir kaplanla aynı sandalda seyahat ediyor. Sizi Tanrı’ya inandıran bir araç olarak. İnsanın canını acıtan gerçekleri daha dinlenebilir ve daha yüce bir varlığın gerçekliğine inandırabilir kılarak.




Oysa yetişkin Pi’nin anlattığı ikinci hikayede önce Japon genci yiyen sonra annesini öldüren aşçıya engel olamayan genç Pi’nin suçluluk duygusu, pişmanlığı, hayatta kalmak için bir şeylere tutunma çabası, umutsuzluğun çaresizliği insanı isyana götüren bir hikaye. Denizin ortasında fırtınada bir gün ellerini gökyüzüne kaldırıp “Daha ne istiyorsun? Her şeyimi aldın” diye Tanrı’ya isyan eden Pi, Tanrı’nın varlığına başkaldırmaktadır. Babasının sahip olmasını istediği aydınlık da aslında buradadır. Pi zamanında her dininin uygulamalarını denemiş ama kendi içinde hiçbirini tam olarak benimseyememiştir. Oysa okyanusun ortasında en çaresiz anında cevap alamamak umut duyulacak bir Tanrı’nın gökyüzünde değil kendi içinde olduğu gerçeğine inandırır ya da aslında Tanrı olmadığına. Bunu film kesin bir dille anlatmıyor ama Pi’nin yolcuğun sonunda ışığa erdiğini görüyorsunuz.


Pi ışığa ermeden önce Tanrı’ya isyan eder ve sonrasında “Teslim oluyorum” der. Birçok felsefede insanın ne kadar zor, boğucu olursa olsun içinde bulunduğu koşullardan özgürleşmesi için önce “teslim olması” gerekmektedir. Pi hayat mücadelesi verdiği aylar boyunca aslında koşullarla, içsel olarak içinde bulunduğu durum ile savaşır. Oysa fırtınada teslim olarak koşullara boyun eğer. İçsel aydınlık için teslim olmak ilk şarttır. 


Daha sonra gündüz tatlı suya sahip birçok lütuf verip, geceleri hepsini alan suları asidik, etobur bir adaya düşer. Burada artık teslim olan Pi dünyanın aldatıcı betimlemesini simgeleyen adada sonsuza kadar kalabilir. Ama o zaman asla gerçeğe ve aydınlığa ulaşamayacaktır. O ise aldatıcı güzelliklere kanıp gününü kurtarmak yerine hayatı pahasına gerçeğin peşinden gitmeye karar verir.


Hikaye boyunca sandalda kendisi ile yolculuk eden kaplan aslında egosudur. Sufilere göre “nefis”. Filmin kilit noktalarından birisi de Pi’nin kaplan için “onu evcilleştiremezsiniz ama eğitebilirsiniz” dediği sahne. Burada aslında alegorik bir şekilde kaplandan değil nefsinden bahsediyor. 



Günden güne kaplan da nefsi de (nefsi, egosu, hayat hırsı ne derseniz deyin) zayıflıyor. Öyle ki kurtulduğunda aslında kurtulmak eskisi kadar umrunda olmuyor Pi’nin. Daha çok aralarında bir bağ olduğuna inandığı kaplanın arkasına bakmadan ormana gidişi, onca zamandır Tanrısal bağ gibi içinde tutunduğu tek taraflı dostluğun kendisini terk edişi onu yıkıyor. İnsan kendisini yok edebilecek bir şey olan egosuna aslında hayatta kalmak için ihtiyaç duyar ama egosunun insana ihtiyacı yoktur. Hayatta kalmak için aylardır tutunduğu tek şey, duyamadığı Tanrı’nın sesi yerine koyduğu kaplan onu terk edince Pi belki de gerçekten ilk kez “yalnız kalmış” hissediyor ya da egosundan, dünyevi hırslardan özgürleşiyor, aydınlığa ulaşıyor… 

Green House

$
0
0
Tarihi yarımadanın benim için anlamını takip edenler bilirler. Bunun sebebi belki Dehan’ın elimi ilk kez Soğukçeşme Sokağı’nda tutmuş olması, belki Sarnıç’taki ilk akşam yemeğimiz, belki de evliliğimizin ilk gecesini aynı sokaklarda geçirmiş olmamızdır. Her köşesini ayrı severiz bu tarih kokan yerin.

 

Kimi zaman Dubb’da hint yemeği yer, kimi zaman Four Seasons’ta şarap tadarız, kimi zaman da camdan bir köşkün içinde gibi hissettiren “Green House”un bahçesinde zamanı durdururuz. Bugün kum saatinin yatay uzandığı bir yer olan bu sırça köşke gideceğiz.


Bahçesindeki çeşmenin şırıltısı uzaktan bir arp tınısı gibi kulağınıza ulaşırken siz İngiliz kırsallarının brit havasını andıran çiçek kaplamalı sandalyeler, üzüm tanelerinin aydınlık saçtığı lambalar ile ortamdaki tek Türk olmanın da verdiği his ile bir an kendinizi yurtdışında hissedebilirsiniz.



Hem bir ev rahatlığında hem de asil bir şıklıktadır Green House. Otelin antika dekoru ile farklı bir uyum içerisinde, paralel bir güzelliktedir. 





Hava karardıkça daha da loş bir ışık sızar içeriye. Piyanist yumuşak dokunuşlarla keyifli liriklere hayat verir ve size de sevdiğiniz kişi ile bu ortamın keyfini çıkarmak kalır.


Otel Green House’un bahçesinde yer alan restoranın tatları da güzeldir. 



Özellikle kırmızı et ve balıkları. Bu sefer portakallı hindi söyleyip da tadına bakınca bu kararımdan daha da emin oldum.


 

Green House'un iç ısıtan yeşilliğinde zamanı durdururken bir de kutlayacak bir sebebiniz varsa, hele bir de o büyülü piyano lirikleri sizin için bir şeyler çalmaya başlıyorsa o zaman mutluluğunuza diyecek olmaz.


Momiji, Coco Chanel ve Paris Üzerine...

$
0
0
Bu yazı tek bir şey hakkında değil. Birbirinden farklı ama bir şekilde iç içe geçmiş ve aşağıdaki karenin kompozisyonunu oluşturmuş üç şeyden bahsedeceğim. Coco Chanel, Paris ve Momijiler.

Kardeşim ilk momijisini aldığında bu minik biblolarda ne buluyorsun demiştim. O, günden güne artan bir koleksiyon sevgisi ile almaya devam etti ve daha sonra bir gün toplu olarak bu çekik gözlü bebekleri bana getirdi. Fotoğraf çekmeyi sevdiğimiz için bir iki saatimizi momijiler için konsept yaratıp farklı, bir o kadar da eğlenceli kareler çekerek geçirdik. Benim gözüm Coco Chanel konseptindeydi. Bu minik bibloların fotoğraflardaki dev güzelliği onlara karşı daha önce anlayamadığım bir sempati oluşturdu bende :) ve gördüğünüz kareler ortaya çıktı..


Paris, ilk kez geçen yaz gidip de sokaklarında kaybolduğum, şehrin beni bulduğu benim kendimi bulduğum, Attila İlhan’ın şiirlerindeki yaşattığı büyünün kat be kat güzeli bir kent. Yazın insanı kavuran sıcağında gezip aşık olduğumuz bu romantik şehri bir de yağmur altında görmek, sevgililerin kentine sevgililer gününde gitmek en masum hayalimiz oldu. Yakın zamanda kavuşacağımız bir sevgili Paris…


Coco Chanel'e gelince, iç içe geçmiş iki CC harfinden çok daha öte, en az Frida kadar ilham veren, cesur ve güçlü bir ikon. Kadınlara ilk kez pantolon giydiren, modayı “yaratan”, aşk uğruna acılar çeken ve sonunu düşünmeyen belki de bu yüzden adı sonsuzluğa yazılan bir kadın. Hiçbir şeye sahip değilken, toplumsal baskıya başkaldırarak aşk uğruna varsıl bir erkeğin toplumsal yakıştırması ile "kapatması" olmayı göze almış, daha sonra hayatını geçirmek istediği Boy Capel'in "metres"i olmuş ama hikayeyi baştan sonra okuyunca sadece "sevmiş", dönemine göre fazlaca "aykırı" bana göre "cesur" bir kadın. Saygı duyduğum, imrendiğim bu karakterin kadınlara miras bıraktığı sözleri gelin kendisinden dinleyelim.



”Moda geçer stil kalır.”

“Stil kim olduğunuzu, ne demek istediğinizi bilmek ve kimseyi takmamaktır”

“Bir kadının en çıplak hali, en iyi giyindiği halidir.”

“Şıklık yeni bir elbise almak değil, bir ayrıcalıktır.”

“Zamanınızı bir duvarla dövüşerek ve kapı olmasını umarak harcamayın.”

“Her kadın hak ettiği yaştadır.”

” Başarı her zaman yenilginin ne demek olduğunu bilmeyenlerindir.”


Sevgililer gününüz kutlu olsun ;)


Selçuklu Mutfağı - Ömür Akkor

$
0
0

Daha önce hiç bu kadar uzun zamandır yazmamazlık etmemiştim. Blogumu ve okuyanları ihmal ettiğimin farkındayım ve içsel olarak bunun üzüntüsünü yoğun bir şekilde yaşıyorum. Bahar hep yeniliklere gebedir ya, ben de bu üzerimdeki iş yoğunluğunun kalın katmanını sıyırıp atarak yeni bir hissediş ile yazmaya döneceğim. Bir telafi olması için özel bir kitap tanıtımı ile gelecek uzun zaman sonraki ilk yazım. Bugün Ömür Akkor’un eseri olan “Selçuklu Mutfağı” isimli kitabı tanıtacağım. Tam bir sanat eseri niteliğindeki yapıt unutulmaya yüz tutmuş tatlara, dönemi yaşatan hikayelerle ölümsüzlük kazandırırken, bu enfes anlatıyı muazzam güzellikte görselliklerle harmanlıyor.


Kitabı elinize ilk aldığınız andan itibaren bir yemek kitabından öte, sizi kaybolmuş tarihi tatlarla tekrar tanıştıran insanda köklerine sıcaklık duymaya itecek duygular uyandıran bir eserle karşı karşıya olduğunuzu hissediyorsunuz :) O değerlere sahip çıkmak istiyorsunuz okudukça..


Ömür Akkor 71 il ve yüzlerce ilçe gezerek şehir şehir tuttuğu kayıtları bir araya getiren tarihe, tariflere ve kültürel mirasına sevdalı bir yazar. Eseri “Selçuklu Mutfağı” en iyi mutfak tarihi kitabı ödülüne sahip. İnsan okudukça böylesine yaratıcı bir anlatının devamı gelsin istiyor..



Kitabın sayfalarını karıştırdıkça minyatür çizimler, Selçukluların hayatı, yaşayışlarına dair okuduğunuz satırlar adeta tarihe bir pencere açarak dönemi size yaşatıyor.




Ömür Akkor’un sözleri ile kitap üç bölümden oluşuyor; “Birinci bölümünde Kubad Abad sarayında çalışan bir aşçının hikayesini, ikinci bölümünde yaşadığımız yüzyılda bir aşçının ağzından yazılan hikayenin hikayesini ve son bölümde de Selçuklulara ait tarifleri okuyacaksınız.”


Siz hiç su, sirke ve baldan yapılan “Sirkencubin” isimli şerbeti duymuş muydunuz? Yazın ferahlamak için buzla yapılan şerbet için buz satan kimselere “mücemmid” denildiğini biliyor muydunuz? :)


Peki ya günümüze kadar ulaşabilmiş bir tat olan akide şekerinin kökeninin Selçuklulara dayandığını? Selçuklularda şeker yapan kimselere “şeker-riz” denildiğini biliyor muydunuz? :)


İçerisinde onlarca tarif bulunan “Selçuklu Mutfağı” isimli eserden ilk fırsatta bir tarif deneyerek sizlerle paylaşacağım. Şimdilik en çok buğday, tavuk eti, kaya tuzu ve yağdan yapılan “Herise” isimli tarifi merak ediyorum. Bir herras olamam belki ama (herise yapan kimseye verilen isim) 15 gün cam önünde  şeker ve limon tuzu ile ovduğum gül yapraklarını bekleterek “Gülap Şerbeti” yapabilirim, yanına da badem içi, un, yağ ve şeker ile “Bure” isimli tatlıyı pişirebilirim :)


Yemek yapmaya farklı bir tat kazandıran ve kültürel değerlerimize böylesine güzel dokunan bu kitaba bir göz atın. Pişman olmayacağınızı şimdiden söyleyebilirim. Yaz gelse de buz gibi bir Sirkencubin içsek diyor, bu yazıyı okuyan herkesin keyifle tarifleri denemesini diliyorum.. :)


Alaçatı - Asma Yaprağı

$
0
0
Alaçatı’ya son gidişimin üzerinden seneler geçti. 23 Nisan'da bir çılgınlık yapıp soluğu orada aldık. Cam içinde serili kenarları oyalı bir dantel gibi gözü değenlerin içinin gittiği sokaklarını özlemiştim en çok. Sezonsuzluğun verdiği güzellikte tenha, ıssız duran sokaklarını.  Rüzgarını özlemiştim sonra, deli deli esen insanın saçını başını dağıtan rüzgarını. Ege’nin insanlarını. Müthiş tatlarını. Bu gidişimizde Asma Yaprağı isimli Ege mutfağı sunan, denizin mavisini gökyüzünün beyazlığını içinize işleyen bir restoranda bıraktık ruhumuzun bir parçasını.







Akşam düşerken beyaz çakıl taşlarının yavaş yavaş solmasını, ağaçlara asılı fenerleri, rengarenk kap kacakları, adeta fosforlu parlayan karanfillerini sevdik. Mutfağa gidip de yemekleri tek tek seçmeyi, o yemeklerin leziz görünümü karşısında iştahla beklerken cam tabaklar içinde müthiş sunumunu, loşlukta ateş böceği gibi parlayan mum alevlerini, her lokmada bitmesin istediğiniz tatları sevdik.




Bazı mekanlar vardır oradayken hayatın “pause” tuşuna basılır, zaman durur. Yaşanan her dakika boşlukta asılı, sonsuza kazılı gibidir. Asma Yaprağı’nda geçirdiğimiz son gecemiz de bizim için böyleydi. Gözümüz, ruhumuz, karnımız böylesine lezzetli tatlarla doymamıştı uzun süredir.



Fonda Birsen Tezer’in kadife sesi, bir ev sıcaklığında abajurlarla döşenmiş bahçede oturdukça oturasımız geldi.





Lezzetlerine gelince, mutlaka tatmanız gereken şeyler Kuzu Tandır, ızgara kabah ve pazı kavurma. Bunun yanında kabak çiçeği dolması, ısırgan salatası, bulgurlu ılık sarma, Frik salatası, bebek enginarlı buğday salatası ve mantısı da muazzam. Ancak ilk saydıklarımı midemizin yarılması pahasına ikinci tura geçtiğimiz tatlar :)


Önce sizi mutfağa alalım. Bizim gibi tüm gün iştahınızı akşam yemeğine sakladıysanız mutfağa adımınızı atar atmaz gözünüzün dönmesi kaçınılmaz.



En çok da mutfakta duvarlara asılmış çiçekli tabalar, ahşap mavi raf ve tel dolaba bayıldım. Ege renklerinde, sıcacık, ev gibi bir ortam yaratılmış.



Mezelerimiz cam tabaklarla geliyor soframıza. Yemeden önce bir süre izleyesi geliyor insanın. Ancak öyle güzel görünüyor ve kokuyor ki fotoğraf bile zor çekiyorum :)


Ara sıcak olarak mantımız geliyor. Yoğurdu sarımsaklı olsa tam puan alırdı ama haksızlık edemem, hamurun sertliği tadı enfesti.


İşte ikinci tura hiç duraksamadan geçtiğimiz pazı kavurma ve zeytinyağda kızarmış kabak. Kabak nasıl bu kadar lezzetli olur derseniz, karamelize soğanla pişirilip üstüne süzme yoğurt ve acılı yağ ile derim size sevgili okuyanlar! :)


İnsan tıka basa doyduktan sonra birer çatal alalım yeter dediği bir yemeğe nasıl saldırabilir? Asma Yaprağı’nın kuzu tandırı insanda bu etkiyi yaratıyor işte. Tok insana yemek beğendirmek zordur bilirsiniz, ya karnımız açken karşımıza gelse ne yapardık diye düşünmeden edemedik? :)


Asma Yaprağı zeytinyağı, sarımsak ve soğanı o kadar ince bir dengede kullanıyor ki, yerken sizi asla rahatsız etmiyor ama müthiş de bir lezzet katıyor.



Son gecemizin burukluğunu, zihnimizde uzun süre kalacak mavi beyaz, biraz da fuşya hatıralarla değiştirdi Asma Yaprağı. Alaçatı deyince taş sokakları kadar bu şirin, içten Ege Mutfağı da yer etti içimizde. Yolunuz düşerse demeyeceğim, mümkün olabiliyorsa günü birlik gelseniz dahi yolunuzu düşürün bu sevimli mekana.. Zira bu yazıyı okuyup da giden olur ise, bir çatal da benim için alsın o tandırdan! :p

Alaçatı - Hacı Memiş Mahallesi

$
0
0

Alaçatı’nın taş sokakları kadar, kalabalığın istila etmediği zamanlarda ürkek bir salyangozun yağmurda başını dışarı çıkarışı gibi sokaklarda gezinen yerel halkı, her türlü doğal otun satıldığı pazarı, meydanları, kahveleri de bir ayrı güzeldir. Bu sene sevgili iconicmouse sayesinde bir de antikacı dükkanlarını da (Sunay Akın’ın deyişi ile Antik acı dükkanlarını) keşfettik.


O taş doku üzerinde görmeye doyamadığımız canlı renkleri bir de yaşanmışlığın süzgecinden geçirin.  Hacı Memiş Mahallesi tozlu bir kitabın sayfaları ise, her dükkan bu kitabın farklı hikayelerini barındıran bölümleri olarak anlatılabilir ancak. Biz de bazı bölümlerine şöyle bir göz gezdirdik, kimini satır satır okuduk, kiminin sayfalarına dokunmakla yetindik, ama hepsinin kokusunu içimize çektik :)


Önce Kartpostal  adlı mağaza çıkıyor karşımıza. Kapısına asılı rüzgar çanları bizi içeriye buyur eder gibi hafif hafif sallanıyorlar.


Yolun devamında Kuş Kafesi var. Renkli kapısı, yeşillere bürünmüş dış cephesi ve eli kolayına asılmış gibi doğal duran kuş kafesleri ile adını yaşatıyor. 


İçeri adımınızı attığınızda gözünüze çarpan her şeyi alasınız geliyor. Hiçbir yerde bulamayacağınız çeşit çeşit antikalar var. Fincanlar, çerçeveler, biblolar, pudra kutuları, aynalar ve daha saymakla bitmeyecek nice eşi olmayan dekoratif parçalar... Fotoğraf çekmek yasak olduğu için dışarıdan bir kare çekmekle ve de buradan bir hatıra olarak Paris’ten gelmiş olan bu parfüm şişesini almakla yetindik.





Daha sonra 60’lardan 80’lere (ve hatta 90’lara) uzanan bir kuşağı yaşatan bir dükkan; POP karşılıyor sizi. Sarısı, moru bile öyle güzel ki çocukluğumuzun cikletlerinden çıkmış gibi tüm mağaza.



İçeride sahibesi sevecen bir tavırla sohbet ediyor bizimle. Birçok dizide kendi topladığı parçaların yer aldığından bahsediyor. Biz de seksenler dizisine konuk oyuncu olmuş gibi hissediyoruz kendimizi.


Atölye Göz’e göz kırparak, sokağın sonunda yer alan Sakula isimli mağazaya giriyoruz. 


Sakula bir antika dükkanı değil. Aslen doktor olan ancak gönlünden gelen müthiş bir yetenekle kendi boyadığı dekoratifleri satan Mehtap Hanım’ın dükkanı. 




Giz’li Teras’ın dekoruna o kadar uygun parçalar vardı ki uçakla gelmemiş olsaydık birkaç sandalye kesin alırdım. 


Taşıması kolay olması için kelebek bir ahşap biblo aldım ve doyasıya bu güzel mağazayı sizin için fotoğrafladım. Şimdi birbirinden güzel bu parçalara birlikte bakalım :)


Renkler kadar, desenlerin kullanımı da o kadar lirik ki her bir parçanın önünde önce durup inceliyor sonra fotoğraflıyorum.








Bu sene fırsatım olursa terasın dışını ermeni karosu yaptıracağım. O zaman bu rengarenk (insanın oturmaya kıyamayacağı) sandalye ve taburelerde yan yana alıp dizeceğim :) insanın baktıkça içini açan bir güzellik oluşturuyorlar.








Sadece sandalye ve tabureleri değil, dekoratif çerçeveleri, tepsi, saat, konsol ayna ve yastıkları da muazzam ince bir zevkin ürünü. Tek tek parçalar olarak bulundukları köşeyi güzelleştirmelerinin yanı sıra bir arada da bütünleyici bir uyum sergiliyorlar.









 Berjerin eskitme ahşap oymalarına mı, cam göbeği çiçekli kumaşına mı yoksa üzerindeki dantele mi sevdalansa insan bilemiyor..



Favori parçalarımdan birisi daha, çivit mavisi insanın içine işleyen, bahar dalları ile süslü bir komodin…




Kapının dışında yer alan sandalyelerin de hatırı kalmasın diyerek onları da fotoğraflıyorum.









Alaçatı’ya yolunuz düşer ise Hacı Memiş Mahallesi’ne uğramadan dönmeyin. Derseniz ki yolum düşmez ama bu parçalardan edinmek isterim, onun da kolayı var :) Mehtap Hanım’ın facebook sayfasına buradan ulaşıp istediğiniz parçaları yaşadığınız şehre kargolatmak üzere sipariş verebilirsiniz. 



Benim aldığım parçalar ve evimde nasıl kullandığıma da bakarak bir gezi postunun daha sonuna geliyoruz, sevgiyle kalın sevgili okurlar! ;)


Alaçatı - Chigdem Boutique Hotel

$
0
0
Alaçatı’ya her gidişimizde aynı otelde kalırdık. Havuzu olmayan, yeşiller içinde bahçesinde kahvaltı etmekten büyük keyif aldığımız bu hoş butik otel yerine bu sefer değişiklik yaparak havuzu olan bir otelde kalalım dedik. Bu sefer yaz sezonu iyice açılmadan gittiğimiz (ve beach’lerin çoğu kapalı olduğundan) en azından otelde güneş keyfi yapmak amacı ile booking.com’dan seçtik otelimizi. Chigdem Otel’in güzel bir konaklama mekanı olacağını düşünüyorduk ancak vardığımız o ilk andan itibaren harika bir yere vardığımızı anladık.


Alaçatı’da butik otel kavramı, bizim için sadece az odalı dekoru provence olan otel anlamına gelmiyor, bunun aksini ispatlayan otel sayısı ise oldukça az. Chigdem Otel’de aldığınız hizmet de butik. 


Her sabah birbirinden güzel tatlarla servisin hiç durmadığı bir kahvaltısı var. Anneannenin yaptığı çeşit çeşit ev yapımı reçeller, lorlu meyve salatası, gözlemeler, kızarmış hamurlar ve daha nice lezzetler sunuluyor. Chigdem Otel’de “yok” cevabını duymuyorsunuz. Ne isterseniz, yoksa bile olduruyorlar. Hele sahipleri, o kadar muhteşem insanlar ki, içten sıcaklıkları, her daim gülen yüzleri ve arkadaşça tavırları ile size yakın bir akrabanızın yazlığına gelmişsiniz hissi veriyorlar. İlk kez kalmamıza rağmen ev sıcaklığı yaşadık burada.




Alaçatı’nın taş evlerinin bahçeleri ufaktır, havuzlu otellerin bile çok büyük değildir havuzu. Mimarisi o kadar güzel yapılmış ki, Chigdem Otel’de odaların hemen hepsi havuza bakıyor. Bizim odamız havuza açılıyordu! 



Sabah güneşinde hasır şezlonglara uzanıp Nisan güneşinin tadını çıkardık, havuza giremedik ancak parmağımızın ucunu soktuk :) Suyun serinliği, iç açan mavisi gözümüzü gönlümüzü açmaya yetti.






Chigdem Otel’in odalarını da büyük bir incelikle dekor etmişler. Her odanın farklı bir konsepti var, hepsi provence tarzda. Biz havuz katında 6 no’lu odada kaldık, bundan sonraki her gidişimizde de bu odayı isteyeceğimize eminim. Sizin için diğer odaları da fotoğrafladık. Havuza açılan bir diğer oda olan Mavi Oda: 





Üst katta bulunan Yeşil Oda:






Kahvaltınızı bahçede ya da terasta edebiliyorsunuz. Biz güneş görmeyen yerlerin soğukluğu sebebi ile bir sabah terasta ettik kahvaltımızı. Alaçatı’nın kiremit çatılarının ötesinde yel değirmenleri, yeşil tepeler izlerken müthiş bir derinlik hissi veriyor bakana. 






Terasın da dekoru, canlı renkleri ayrıca güzel. Yazın güneş batarken yudumlanacak bir kokteylin ne kadar keyifli olabileceğini düşünmeden edemiyorsunuz :)



Bir de Fatih var, tüm içtenliği ile size yardımcı olan. Yüzü hep gülüyor, bir şey rica ettiğinizde onu en iyi şekilde yerine getirmek için özel bir çaba sarf ediyor. Böylesine bir ihtimam bile apayrı bir mutluluk veriyor insana.



Chigdem Otel’in işletmecileri Baysal ailesi inşa etmiş, her bir küçük detayda onların özenli ve zevkli dokunuşu var. 




Özellikle oğulları Batuhan Bey ile eşi Ayşegül Hanım sizinle bir işletmeci değil birer arkadaş gibi ilgileniyorlar. 





Instagram ve facebook üzerinden paylaştığımız karelerde kaldığımız yere dair birçok soru aldık, bunun üzerine bir post hazırlayarak tüm izlenimlerimizi detaylı olarak paylaşmak istedik. 


Bundan sonraki Alaçatı ziyaretlerimizde de kalmaktan büyük mutluluk duyacağımız Chigdem Otel’in sizin için de hoş bir seçenek olması dileğiyle… ;)


Taksim Gezi Parkı

$
0
0

Hiçbir zaman aşırı politik bir insan olmadım. Bugüne kadar herhangi bir eyleme katılmadım, siyasi bir partiye üye olmadım. Ülkemizde özellikle son zamanlarda dayanılmayacak boyuta gelen hükümet yaptırımları karşısında tepkim, haberleri dinlerken söylenmekten, tweet’leri okurken küfretmekten  öte geçmedi. Ta ki Taksim Gezi Park’ı hayatımıza girene kadar. 
 



İlk duyduğumda “yok artık bir el uzatmadıkları, satmadıkları orası kalmıştı” dediğim Gezi Parkı’nın kışla- rezidans yapım meselesi polis devletimizin tutumu ile milli bir mücadele haline geldi. Herkesin dilinde bir “mesele 3-5 ağaç değil” sözü var. Mesele tabi ki 3-5 ağaç değil, mesele bugüne kadar adım adım, gıdım gıdım insanlara yapılanların artık herkeste bir taşma noktası yaratması ve isyan ederek genç yaşlı çoluk çocuk gecenin bir yarısı sokaklara dökülüp tepki verme “yeter artık” deme ihtiyacı.. George Orwell’ın 1984 adlı romanında olduğu gibi sürekli bizi izleyen, kısıtlayan, neredeyse tarihi değiştirecek olan hükümete, 90 sene önceki milli mücadelemizde önderlerimize “ayyaş” diyen zihniyete “bir durun artık” diye isyan etme ihtiyacı…



Olaylar karşısında yaşanan şey kadar nasıl ele alındığı da çok önemlidir. Hükümet parkını korumak isteyen insanlara ilk andan itibaren anarşist muamelesi yapmasaydı, masum halkı son ana kadar “marjinal grup” şeklinde itham etmeseydi eylemler devam edip kendiğinden sona erecekti. Daha mı iyi olacaktı? Hayır! Bugün ben dahil, herkesin Türk Milleti’nin isteyince nasıl birlik olabileceğini görmeye ihtiyacı vardı. 

Okul kitaplarından zihnimizde canlandırmaya çalıştığımız Kurtuluş Savaşı’nda birlik olan, yoktan bir millet var eden tüm dünyada hayranlık uyandırmış Türk Halkı’nın, bugün kendisine yapılan her şeyde susması, tepkisizliği, koyun addedilerek güdülmeye çalışılmasına bir dur demek vakti gelmişti. Bu bir uyanış olarak başladı, her ne kadar hala “böyle isyanlar Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa olmamıştır” denilse de, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez birçok şehirde aynı anda insanlar ayaklandı, isyan etti parkına değil sadece yaşama hakkına sahip çıktı. Çıktı da ne oldu diyen muhalefeti duyar gibiyim :)

 


Bir halkın kendisine inancının olması, bir şeyi yaşamı uğruna mücadele ederek kazanması kadar değerli bir şey yoktur. Bugün Avrupa’da insanların sahip olduğu haklara baktığımızda, zamanında hepsini halkın uğruna kanını dökerek elde ettiğini bu yüzden de o hakların son derece değerli, vazgeçilemez, devredilemez olduğunu görüyoruz. Bizde özgürlük mücadelemizden sonra başta Kadın Hakları olmak üzere birçok hak Atatürk tarafından yukarıdan verildi. Belki de bu yüzden bugün bir bir elimizden alınırken bu kadar sessiz kaldık, ama bugün günlerdir kornalar susmuyorsa eğer, tencere tava sesleri göklere çıkıyorsa, sağcısı solcusu Fenerlisi Beşiktaşlı'sı omuz omuza katılıyorsa eylemlere, her yaştan onbinlerce insan sabaha kadar sokaklarda bayrak sallıyor, slogan atıyor, İstiklal Marşı'nı okuyorsa o zaman bu halkın “elleri ile elde etmekte olduğu” bir şey vardır. Bu da 29 senelik ömrümde bugüne kadar görmediğim, içinde yer alırken iliklerime kadar ürperdiğim, bu halkın parçası olduğum için gurur duyduğum bir eylemdir!


Daha düne kadar içki yasağının getirilmesi, 4+4+4 eğitim sisteminin uygulanması,  halkı parçalara bölme eylemleri, 19 Mayıs'ın kutlanma yasağı,    Reyhanlı karşısındaki tepkisizlik ve buna benzer birçok olayın gölgesinde alacakaranlık bir geleceğe bakar hissediyordum kendimi. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin satır satır gerçekleşmesinin hüznü, halkın tepkisizliğinin üzüntüsü ve “Nasıl bir geleceğe gidiyor bu ülke?” sorusunun cevaplanamaz oluşunun mutsuzluğu vardı içimde. Bugün o alacakaranlık tamamen dağılmadı belki, hüzün, üzüntü, mutsuzluk yine var ama aynı zamanda “umut” da var artık yüreğimizde. O alacakaranlıkta şafağın sökebileceğinin, bir gecede olmasa da şartların zamanla değişebilecek olmasının, bir halkın “uyanışının” umudu var… 

Asma Yaprakları Arasından Göz Kırpan Bir Cennet - Selimiye

$
0
0
Uzaktan Selimiye koyu görününce nasıl bir heyecan kapladı yüreğimi. Omuzunda huzur bulduğunuz bir dostun sizi karşılaması gibi, deniz sakin gelgitlerle selamladı bizi. Güneş gökyüzünde yavaş yavaş yükseldikçe kristal sularda ışık oyunları, mavinin her tonu ışıldadı durdu. Kadife su teninize değmeye görsün, bir daha çıkmak istemiyorsunuz asla. Denize boylu boyunca uzanıp sonsuz mavinin içinde bir damla, gökkubbenin enginliği içinde bir nokta her derdinizden arınıyorsunuz adeta. Ruhun dinlenmesi, yıkanması, geride bırakması bir çok şeyi içinizi huzurla dolduruyor.



Güneş dağların arasında alçalmaya başlayınca biz de merkezin yolunu tuttuk. Fonda hep Fikret Kızılok Bülent Ortaçgil ile Değirmenler’i söylüyor sanki. Fikret Kızılok’un duru sesi meydanda yankılanıyor. Selimeye’ye komşu Bozburun’a seneler önce yerleşmiş Bülent Ortaçgil de alt perdeden eşlik ediyor ona. “Yaşanmamış kırıntılar sadece bir düş..” diyorlar. O kırıntıları yaşamak için hayran olduğumuz sokakları arşınlıyor, izinsiz hep bir sonraya çalışan saatlere meydan okurcasına her detayı inceliyor, sindiriyoruz adeta.







Bazı anlar vardır hayatta, zihninize, kalbinize, ruhunuza aynı anda kazırsınız bir daha unutamazsınız. O akşamüstü; dingin günbatımı, marinaya demirlemiş teknelerin dalgalarla usul usul sallanışı, akşam güneşinde mayışmış kediler, asma yaprakları arasından göz kırpan bir cennet görüntüsü de böyle kazındı benim yüreğime.






Meydanda gözümüze ilk kestirdiğimiz kafe “Cafe Ceri”ye oturuyoruz.




Cafe Ceri’nin sahipleri o kadar içten bir şekilde ağırlıyorlar ki bizi, ilk defa geldiğimiz yabancı bir yerde olduğumuzu unutup o tanıdık hava içerisinde zamanı yitiriyoruz. 


Cafe’nin her köşesi özenle dekor edilmiş. Hiçbir şey yiyip içmese de insan o detayları sadece dakikalarca izleyebilir. 








Bir de tatlıları var ki enfes. Limonlu mereng, çilekli turta bu kadar muhteşem miydi yoksa biz ortamın güzelliğinden zaten büyülendik de iyice mi sevdik her şeyini bilemiyorum :) Yaz sıcağında naneli ev limonatasının tadı hala damağımda.






Buradan kalktığımızda sahil şeridi boyunca bir yürüyüşe çıkıyoruz. Sırasıyla küçük balık, Severin, Kırmızı Balık çıkıyor karşımıza. 









Doğası kadar yapıları da güzel bu küçük köyün keşfedilmemiş, istila edilmemiş oluşunu seviyoruz en çok da. Piano Jazz Club’ı görünce popüler yazlık mekanların eğlencelerinden ne kadar farklı bir yerde olduğumuzu bir kez daha anlıyor ve geceyi burada geçirmek istiyoruz.



Cemile isimli dükkanın sahipleri İstanbul’un yaşamına isyan ederek Selimiye’ye yerleşmişler. 


Kendi yaptıkları takıları ve farklı tasarımcıların, sanatçıların el emeği eserlerini satıyorlar. Burası da öyle sevimli bir yer ki, bir bakıp çıkacağım diyerek girip yarım saat kadar da burada oyalanıyoruz.











Dönüş yolunda güneşin altın rengi çoktan bakıra dönmüş. Gümüş suların üzerinde tüm azameti ile alçalıyor. Ertesi sabah aynı doğana kadar güzelliğini son bir kez daha göstermek istiyor sanki doğaya. Arabadan inip bu güzelliğe karşı fotoğraf çekiyoruz. 




Selimiye rüyamız bu senelik sona eriyor, ancak biz biliyoruz ki seneye daha uzun kalmak üzere yine kavuşacağız bu küçük cennete...

Şirince'nin Şirin Sokaklarında Kaybolmak...

$
0
0
Şirince’nin şirin sokaklarını nicedir gezmek istiyorduk. Kısmet bu seneyeymiş. Marmaris tatilimizin dönüşünde yolu uzatmayı göze alarak Selçuk’a saptık. Kıyamet efsanelerinden tanıdığımız bu küçük Rum köyünü yakından görmek, taş binalarını fotoğraflayıp lezzetlerinden tatmak, tatilin bitişinin yarattığı üzüntüyü biraz olsun azaltacaktı bizim için.


Şirince Köyü’nün girişinde sarı papatyalardan yapılmış taçlar ve köy ahalisinin el emeği bez bebekler karşıladı bizi. Pulları deniz kızı gibi ışıl ışıl, gölgede bile parlayan küçük bez bebekler birarada bir tablo kadar güzeldi.



El örmesi patikler, şallar, bez elbiseler Şirince Köyü’nün doğal güzelliğine ait birer parçaydılar sanki. Köy halkının yaşayışını, kültürünü yansıtan, oradan bir Şirince hatırası alıp evlerinde baktıkça yaşatmak isteyenler için yapılmışlar izlenimi verdiler bana…





Uzaktan yeşilliklerin arasından köy yapılarını görünce adımlarımızı hızlandırdık. Köy merkezine doğru ilerledikçe çeşit çeşit şarap dükkanları ile karşılaştık. 



Şirince’nin nesi ünlüdür derseniz eğer, enfes meyve şarapları, leziz zeytinyağı ve nar ekşisi, kokusu tadı damağınızda kalan dağ kekiği, mis gibi tarhanası ve doğal kalıp sabunları ilk aklıma gelenler :)





Yaşadığımız yerde organik olduğu için iki katına aldığımız meyvelerin “organik” versiyonu burada kasa kasa satılıyor. Hem de kasası 1.5 TL’ye :)



Taş evlerin yanından geçerken uzansanız yaşanmışlığın izlerine dokunabilecek gibi hissediyorsunuz. Güneşin değdiği tozlu sokakları adımlayarak daha da tepelere tırmanıyoruz.


Karşımıza “Teras Evler” adında bir butik otel çıkıyor. Köyün tepesinden manzara o kadar güzel ki, girip odalara bakmak ileride kalmak üzere bilgi almak istiyoruz. “Teras Evler” köyün etnik konsepti ile uyum içerisinde dekore edilmiş, çoğunlukla yabancılara hizmet veren bir otel. 




Oda değil ev kiralıyorsunuz ve bu evlerde 6 kişiye kadar kalabiliyorsunuz. Ev size tahsis edildiğinden 2 kişi olarak evi tutarsanız günlük 350 TL, 2 kişiden fazla tutarsanız her kişi için ek 40 TL ödüyorsunuz. Taş odaya adımınızı atar atmaz klimadan daha serin biz hava çarpıyor yüzünüze. Antika koltuklar, şömine, yerde etnik kilimler var. Banyosu bile eski görünümlü ancak oldukça temiz ve güzel. 


Antika konseptini bu otelde yaşıyorsunuz, büyük mavi duvar aynası, eski karyola, avize gözlerinizi kapasanız sizi Cumhuriyet dönemine götürebilir.





“Teras Evler” otelin bahçesinde manzara o kadar muazzam bir keyif ki, zümrüt yeşiller arasında küçük legolar gibi birleşmiş kiremitleri izlerken içiniz huzurla doluyor.












Otelden ayrılıp köyün sokakları arasında tekrar gözden yitiyoruz. Fotoğraf makinesini elime alıp ikiz kardeşime papatya tacı ile modellik yaptırıyorum :) 



Kah Huzur Pansiyon’un tabelası önüne, kah yeni kesilmiş kütüklerin ve pembe zakkumların önünde poz veriyor bana.




Esrik esen bir rüzgar gibi sokaklarda dolaşarak merkezdeki çarşıya ulaşıyoruz. Aşağıdan bakınca tepedeki evler de bir başka güzel gözüküyor gözümüze. 






Şirince’nin her köşesinde sandıklar üzerinde köy haklının el emeği bez bebekler var. Hepsi birbirinden farklı ve güzeller. En çok kedili olanları seviyor bir tane kendime bir tane de Missi’me alıyorum :)



Merkezdeki çarşıda köy halkının tezgahları yer alıyor. Herkes satacağı şeyleri getirmiş, çoğunlukla kadınlar var. Şirince köyünün halkı o kadar girişken ki kadınların nazik ısrarları karşısında şaşırıyorsunuz :)



İyiden iyiye acıkınca bir yemek yiyecek bir yer arıyoruz. O esnada girişte mavi beyaz kareli örtüsü beyaz ahşap dekoru ile aklımızın kaldığı “Cici Şirince Mutfağı”na oturuyoruz. Gözümüzün gördüğü her şeyi canımız çekiyor :) Mantı, çöp şiş, gözleme, kabak çiçeği dolması ve patlıcan ezmesi söylüyoruz. 





Yediğim en güzel gözleme, köylü kadınlar gözümüzün önünde açıyorlar. Bir daha bir daha sipariş ediyoruz :) Mantısı da leziz ancak soğuk geliyor. Çöp şiş de çok güzel minik minik dizili etler tazecik. Tam otururken blog dünyasından çok sevdiğimiz Iconic Mouse instagramdan “CiciŞirince Mutfağı”nda yemeden gelmeyin diyor. Biz doğru yere oturmuş olmanın mutluluğu ile mekan sahibine Pınar’ın selamını iletiyor, sıcak bir sohbete başlıyoruz. Şirince’nin insanları da çok şirin, içtenler.



Cici Şirince Mutfağı’nın işletmecisi Yıldan bize şarap için Kaplankaya’yı tavsiye ediyor, yola çıkmadan meyve şarabı almak üzere son bir kez duruyoruz.


Kaplankaya’da dükkan sahibi çok nazik bir şekilde karşılıyor bizi. Şaraplarla ilgili sorularımızı içtenlikle yanıtlıyor ve tadım için ufak kadehlerle ayva, şeftali, böğürtlen şarabı sunuyor. Alkol tadını aldığımız içkileri pek fazla tercih etmediğimizden ve burasının tüm şaraplarında meyve tadı ön planda olduğundan tatlarına bayılıyoruz. 



Özellikle spesiyal bir şarapları var ki sangria tadında. İçerisinde tarçın ve çeşitli meyveler var. Sıcak ayrı, soğuk ayrı güzel tadı. Şarabın yapıldığı üzümden de tadıyoruz, pazarda satılan üzümlerden o kadar farklı ki tadı. Şarabın nasıl bu kadar lezzetli olduğunu anlıyoruz.




Ertesi gün işe gidecek olmamıza rağmen Marmaris dönüşü eve varışımızı 3 saat geciktiriyoruz belki ama yeni bir yer daha keşfetmenin heyecanı, mutluluğu ile tatilin bitişinin hüznünden eser kalmıyor… Yılan gibi kıvrılarak uzayan yemyeşil virajlı Selçuk yollarında yüzümüzde kocaman bir gülümseme ile yolculuğumuza devam ediyoruz…

Aşk Yeniden...

$
0
0

Woody Allen’ın Paris’te Gece yarısı filmi geçmişe duyulan özlemi, her dönemde o dönemi yaşayan insanların bir yanılsaması olarak anlatıyordu. Karşılıklı duran iki aynanın birbiri içinde sonsuz görüntü oluşturması gibi, geçmişin bugüne düşen aksinin içimde sonu olmayan hayaller yaratışına sarkastik bir şekilde son vermişti film. Gel zaman, git zaman günümüzün getirisi olayların girdabında zamansız ölmüş bir sevgili hayaleti gibi dikildi karşıma bu his. Eskiden her şeyin daha saf ve daha gerçek olduğuna karşı, karşı konulamaz bir duygu histerisi içerisinde sarhoşluğa yakın bir hale düştüm. Bir yanılsama olduğunu bilse de insan, bazen o zamanlara açılan bir pencere, anlık gerçekliğin tatsızlığında çok güvenli ve huzurlu bir kaçış gibi gelebiliyor. Yalan dolan o zaman yok muymuş? Varmış elbet. Ama teknoloji ile gelişen yalan söyleme yetenekleri bu kadar uç noktalarda değilmiş. Sevgilinin gönlünden geçen sözlerin yazılı olduğu mektuplar gibi aşklar da sanal, aşklar da yalan değilmiş. Şimdi mürekkebin izini kağıtta görmeden inanmamak gerek sevgi sözcüklerine. Siyah beyaz filmlerde ağlamaklı bir genç kadın gibi eli kalbinde kalakalınca insan, uçurtmanın ipine bağladığı umutları,inancı da keskin bir bıçak darbesi ile gökyüzüne savruluveriyor. 


 
  
Eskiden aşk uğruna “maşuk” olurmuş insanlar. Dünyadaki diğer yarısını bulma arayışında saf bir onur varmış. Bulamasa da “henüz gelmediği için” sevilen der, avuturmuş kendisini insanlar. Şimdi sözde diğer yarısını arayan kişilerin hoyratça harcadığı seviler kırık oyuncaklar gibi dağılmış etrafta. Amaç sevmek sevilmek değil, giriş – gelişme - sonuç şeklinde yaşanan tablet ilişkileri tüketirken bir yandan da ceplerini yenileriyle doldurma yarışı olmuş. Eskiden ayrılıkların bile buruk bir tadı varmış. Kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalırmış insan aşk acısından. Şimdi tablet ilişkinin damağında bıraktığı tat kadar ayrılık acıları. Bir iki yutkununca, bir balığın hafızası kadar izi kalıyor belleklerde.



Etrafıma bakıyorum, “aşk”ı arayan insanlar dolu. Gerçekten arayan, aramaktan yorgun düşüp küsen, artık bulunmak istemeyenler var. Karanlıkta, kör, el yordamı ile elleri boş kalmasın diye tutunduklarını “aşk” sananlar da. “Aşk”ı arama olgusunu kendisine kimlik edinip bir maske gibi üstüne geçiren, sonra o yalanı gerçeklik olarak yaşayanlar da.

  

Gerçekten “aşk”ı arayanlar, sözüm en çok da size. Yıllanmış bir meydan muharebesindeki askerler gibi yitik de olsanız, vazgeçmeyin o sevinin hayalinden. Murathan Mungan’ın ünlü öyküsündeki gibi, kendi masalının prensesi iken, geçen yıllarda hikayenin cadısı olmaktan da korkmayın. Zira tahta atı ile kapınızın önünde seyirten, dokunmak için uzandığınızda boyaları elinizde kalan prenslerin sahte sıcağındansa, uzandığınız cam tabutun soğuğu buz tutmuş kalbinizi daha çok ısıtacaktır. Eskiler nasıl ayrılık demeden, seneler süren savaşlar demeden saf bir inançla sevdiklerini beklemişse, siz de yorgun umutlarınızın yelkenlerini indirip hayallerinizi esecek olan rüzgara teslim ederek bekleyin. Belki de şairin umudu kestiği çınarlı, kubbeli, mavi liman yamacında sevgili ile çok da uzağınızda değildir… 
 

Nardis Jazz Club - Kevin Mahogany Konseri

$
0
0
Son zamanlarda Dehan’ın artan bir ilgi ile dinlediği jazz CD’leri şehirde yaklaşan jazz festivali öncesinde  bizi fazlası ile havaya soktu :) Sabahları işe giderken Evans, dönüşte John Coltrane, Duke Ellington derken jazz’ın gelişi güzel, doğaçlama akan notaları arasında kaybolarak geçtiğimiz haftayı yaşadık.
Nardis’e uzun zamandır gitmek istiyorduk, bu Cuma iyice niyete koyduk, bir de yurtdışından ziyaretçi gelen bir müzisyen olunca haftanın yorgunluğu demeden yollara düştük :)
Asmalı Mescit’te şarap eşliğinde akşam yemeğimizi yiyip, saat 22.00 civarında tenha sayılabilecek sokaklarda dolaşıp Nardis’e doğru yol aldık. Nardis ufak ancak bir o kadar da sıcak bir yer, sahnenin önünde tüm masalar müziği yaşayacak kadar içinde ortamın. Asma balkon katı da çok keyifli gözüküyordu, ancak biz sahne önünde oturmayı tercih ettik.
Kevin Mahogany sahneye çıkmadan önce bir masada oturmuş yanına gelen hayranları ile oldukça sıcak bir şekilde sohbet ediyordu. Sahneye çıktığında seslendirdiği şarkıların verdiği keyfin yanında dinleyiciyi bire bir içine kattığı sohbet havası, stand up şovu kadar komik esprileri ile salonu kahkahalara boğdu :)
Gecenin performansı Kevin Mahogany’ye Burak Bedikyan (piyano), Ozan Musluoğlu (kontrbas), Ediz Hafızoğlu (drum) eşlik etti. 1,5 saat nasıl geçti anlamadık ve kapanıştı “Bu kadar mı, daha yok mu?” dedik resmen :) Kevin Mahogany özellikle , Frank Sinatra’nın sesinden, çok sevdiğim “The Girl From Ipanema” şarkısına kattığı kendine has yorumu ile beni kendisine hayran bıraktı.

Konser sonrası mekanda satılan CD’sini alarak imzalatmak üzere yanına gittik. Burada da Mr. Mahogany ile beni görebilirsiniz :)


Şehre yeni bir jazz festivali gelmek üzereyken biz CD’lerimizi dinlemeye devam edip şimdiden niyet ettiğimiz 1-2 konseri kaçırmamaya kararlıyız. Sonbaharın buruk hüznüne en çok yakışan müziği siz de dinleyerek günlerinize ayrı bir renk katabilirsiniz.

Sonu Gelmeyen İlişkilerin "Mutlu Son"u Olur mu?

$
0
0
Aşıksınızdır, gözünüz hiçbir şey görmez. İlişki düşmeye mahkum bir uçak gibi sinyaller verir ama ille de görmek istemezsiniz. Kimi zaman da aşk değil, tutsaklıktır sizi o çemberin içinde tutan. Sonu gelmeyeceğini bilirsiniz. Kaçmak ister kaçamazsınız, uğursuz bir karabasan gibi zamanın kumlarında biriken ilişkinin tortusu çöker üzerinize. “Sensiz yaşayamam”, “Yerine hiç kimseyi koyamam” der üzgün bir çift göz. Kimi zaman da“değişeceğim inan, zaman ver bana” der. “Peki” dersiniz, inandığınız için değil, tükendiğiniz için. 

 
Alışkanlığın sıcak, sığ suları çamur renginde olsa da görmemek için gözlerinizi sıkı sıkı yumar, anne karnında cenin gibi bacaklarınız karnınızda beklersiniz. Aylarca de bekleseniz bazı ilişkilerin kaderidir ölü doğmak. Yine de safça bir umuttan mı, yoksa çaresizlikten midir bilinmez inanç ekip mutluluk biçeceğinizi sanarak o fidenin başında nöbet tutarsınız. Onun özünü değiştirmeye çalıştığınız oranda kendinizden çalarsınız aslında. İçinizden cılız bir ses “yalan biliyorum” dese de, gerçek olsun istersiniz. Peşinden gittiğiniz, takip ettiğiniz deniz içinde boğulmak pahasına engin olsun, derin olsun istersiniz. Bir avuç su sımsıkı kenetleseniz de birbirine, akar gider parmaklarınızın arasından. Rüzgar daha da sert eser. Bir cesede sarılmak gibidir artık ilişkiyi sürdürmeye çalışmak. Hantal, çürümüş bir ölüdür sırtınızda. Siz sürüklemeye çalıştıkça izi kalır geçtiğiniz yollarda. Gelebilecek güzel günlerin ışığını karartır bu iz. Yalnızlıktan korkarak ya da ayrılığın acısını göze alamayarak o ölüyü sırtınızdan atmadığınız her gün, uzun vadeli bir yalnızlığın altına imzanızı atarsınız aslında. En büyük yalanı da kendinize söylersiniz. İlişki içerisinde dururken hiçbir şey yapmayıp beklemenin sizi yıpratmadığına inanmak en büyük yanılgısı olur iç dünyanızın. Yorgunluklar, kırgınlıklar, kavgalar gittikçe daha da sert esen rüzgarla havalanıp durur içinizde. Kasırganın gözünden bakabilseniz ne çok şeyin siz farkında olmadan yittiğini, kuruyan ırmaklar gibi gelecek ilişkilere olan inancın da içinin boşalmakta olduğunu görebilirsiniz. "Gelecek olan" mutluluk artık kaf dağının ardındadır. Güneşi olmayan bir gökyüzünde ayışığıyla, alacakaranlıkta etrafı görmeye alışmışsınızdır. Donuk, gri bir ışığın gerçekliği aydınlatır önünüzü.
 
 
Bazen sadece karar verebilmek gerekir. Koca bir ormanı yakmış olsanız bile, yeni bir fidanın umudunu yeşertebilmek için önce. Toprak bir daha ağaç tutmaz deyip yangın yerinin ortasında elleriniz başınızın arasında oturmadan, kalkıp ayaklarınızın sizi götürdüğü kadar uzağa gitmek, o tutsaklıktan kurtulmak gerekir. İki kişilik yalnızlık yerine tek kişilik kalabalığı deneyimlemek, kimsenin varlığına ihtiyaç duymadan da tam olduğunuzu kendine ispatlayabilmek için..
 
*Bu yazı, mutlu olmayı hak eden ancak mutluluğa teğet geçen Z ve niceleri için yazılmıştır.

Paris - Eiffel, Saint-Germain, Jardin du Luxembourg, Notre Dame, Sainte Chapelle

$
0
0

Gözlerinizi kapayıp, salyangoz gibi helezonik daireler çizerek dışa doğru genişleyen bir şehir düşünün. Bulvarları, 1800’lerden kalma evleri,  sandalyeleri her daim sokağa dönük kafeleri ile gizemli bir kadının çekiciliğine sahip, davetkar bir o kadar da büyüleyici bir şehir.Gözlerinizi açın, kendinizi Eiffel’in tepesinden şehri kuşbakışı izlerken bulacaksınız.  Seine nehrinin diğer yakasına geçin, Luxembourg bahçelerinden Louvre’a, Notre-Dame’dan Saint Germain Bulvar’ına doğru rüzgara bırakın kendinizi. Sonra Montmarte’a tırmanıp Sacré-Cœur’un kulelerinden şehri selamlayın. Paris, içinde yaşarken etkileyici bir parfüm gibi ilk notalarından itibaren vurucu, ayrıldıktan sonra da son notaların teninizle karıştığı o uçuk koku gibi özlem duyulan bir şehir. Şehre dair izlenimlerimi, çektiğim kareleri aradan neredeyse 2 ay geçtikten sonra paylaşmamın sebebi de bu belki. O özlem içimde birikip taştığı noktaya kadar sabretmek. Yeni bir Paris bileti alınca, kavuşacağımı bilerek bu şehre Attila İlhan’ın “Başka Yerde Olmak” şiiri kulaklarımda yazmaya koyuldum bu satırları:
Utanmasam bilet parası dilenecektim, 
Paris diye ölecektim uzaktan, 
Notre-Dame’ın çığlıklarını dinliyordum, 
Kalbim köpürmüştü anlıyordum. (Attila İlhan)

Biz de gezimize şehre gökyüzünden bakarak başlayalım, Eiffel’in tepesinden. Öncelikle her ne kadar filmlerde, resimlerde görmüş olsanız bile Eiffel’i yakından görmek bambaşka bir büyü. Bu kadar dev bir yapının kusursuzluğu karşısında sadece hayranlık duyabiliyorsunuz. Bu demirden dantel gibi işlenmiş yapı Paris’in simgesi olmakta haklı bir üne sahip.
Bilet için her daim uzun bir kuyruk oluyor ama sıra düşündüğünüzden de hızlı akıyor merak etmeyin :) Beklerken farklı açılardan Eiffel’i fotoğraflamak ve dondurma yiyerek kendimizi eğlendirdik.
Eiffel’in 1. veya 2. katına, dilerseniz de en tepesine çıkabilirsiniz. Biz ilk ve ikinci katı gezdik ve dört bir yanından uzun uzun şehri izledik.






Bulunduğumuz noktadan Eiffel’in en üst kısmı o kadar yüksekti ki daha fazla tırmanmayı göze alamadık :)


Eiffel’den indikten sonra benim gözümde Paris’in kalbi olan Saint Germain Bulvarı’na doğru yol alıyoruz. Burasının daracık sokaklarında minik kafeleri o kadar güzel ki, ressamlar şehri Paris’te siz de oturup bu güzellikleri resmetmek istiyorsunuz. En ünlü ve eski iki kafesi Les Deux Magots ve Cafe De Flore’a sırasıyla uğradık.Bu iki kafe de hemen her zaman tamamen dolu oluyor, sokağa bakan sandalyelerde yer bulmak (özellikle 5 kişi iseniz) neredeyse imkansız :)
Önce Cafe Les Deux Magots’ya gidiyoruz. 1920'lerde sürrealist sanatçıların ve Hemingway gibi yazarların buluşma yeri olan mekan ismini içeride yer alan iki ahşap Çinli tüccar heykelinden almış. Günümüzde turistler ve entellektüel kişilere ev sahipliği yapıyor.
Cafe’nin ayrıca bahçe gibi çevrilmiş bir oturma alanı daha var ancak ön kısımda oturmak daha keyifli. Biz Ağustos’un ortasında gittiğimiz için hava son derece sıcaktı, arada bir esen ılık rüzgar dışında yaprak kıpırdamıyordu. Garsonlar ne çok ilgililer ne de ilgisizler, hizmet kalitesinden memnun kaldık. Sokağa bakan masamızda kahvemizi yudumlarken müthiş lezzetli club sandviçimizi yiyoruz.

Magots'nun hemen karşısında yer alan Saint Germain des-Pres kilisesi...
 
Sonrasında tatlı için Cafe De Flore’a gidiyoruz. 1950'lerde Fransız entellektüellerinin yeni felsefi düşünceleri tartıştıkları bu kafede günümüzde de ünlü yazarları, ressamları görmek mümkün.


Burasının sirkülasyonu Les Deux Magots'ya göre daha fazla. İnsanlar sürekli gelip gidiyor ve ünlü sanatçıları da görmek mümkün. Garsonlar kaba olmasa da umursamaz bir tavırda, menüdeki herhangi bir şeye en ufak bir modifikasyon yapmıyorlar. İsterseniz oturun isterseniz oturmayın modu da denilebilir buna. Yine de ortamı o kadar keyifli, lezzetleri o kadar güzel ki otururken bunu pek umursamıyorsunuz.

Cafe de Flore kendilerine ait porselen takımları, yuvarlak masaları ve 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana çok az değişmiş dekoru ve akordeon çalan sokak sanatçıları ile buram buram Paris kokan bir mekan.
Buraya kadar gelmişken milföy yememek olmaz dedik. Magots’da sandviç yemeyen Dilem croque monsieur tercih etti, o da oldukça lezzetliydi. Milföy’ün gevrek hamurundaki tereyağ tadı ve ince kreması akıllara zarar bir lezzet, yolunuz düşerse oturur oturmaz sipariş verin biz ikinci porsiyonu istediğimizde kalmadığını öğrenip üzüldük. Onun yerine dev kremalı bir dondurma söyledik :)

Jean Paul Sartre ve hayat arkadaşı Simone Beauvoir Varoluşçuluk felsefesini Cafe de Flore’da geliştirmişler. İsimlerine dikilmiş mekanın sanatçılara ev sahipliği yaptığının adeta bir kanıtı olarak karşımızdaydı.
Saint Germain sokakları…
Saint Germain Laduree’den makaronlarımızı da alarak Luxembourg Bahçeleri'ne doğru ilerliyoruz.

Yolda rastladığımız bir antika oyuncakçı dükkanı…

 

Luxembourg Bahçeleri oldukça geniş ve düzenli bir yer. İş çıkışı gelip koşanlar, tenis oynayanlar ya da çimlerin üzerinde keyif yapanları görmek mümkün. Kare şeklinde kesilmiş ağaçlar ve rengarenk insanın içini açan çiçekler şehir yaşantısı içerisinde yeşil görmenin ne kadar huzurlu olduğunu bir kez daha anımsattı bana.
 





Unutmadan, Paris’te ilk olarak Laduree’de makaron yedik ancak öğrendik ki Laduree burada ilk sırada değilmiş, asıl Pierre Herme isimli şekerleme dükkanının makaronları ünlüymüş. Biz de Saint Germain ve Louvre’da dükkanı bulunan Pierre Herme’ye uğrayarak ufak bir kutu aldık. Laduree’den farklı olarak bir makaronda iki farklı tat barındıran makaronlardan en çok yasemin aromalısını sevdim. Makaronun kreması ve yumuşaklığı tam kıvamındaydı, yolunuz düşer ise tatmadan geçmeyin derim. .  


Çikolata için de Jean Paul Hevin bir numaradır diye duyduk ancak tatilimiz esnasında dükkan tadilatta olduğundan çikolatalarını tadamadık. Pierre Herme'nin çikolataları da çok lezizdi. 


Günün son durağı olarak Ile de la Cite bölgesinde yer alan Notre-Dame’a doğru ilerliyoruz. Yolumuzun üzerinde Quarter Latın’de küçük, karışık, özgün bir kitabevi olan Shakespeare & Co’ya uğruyoruz. 


İçeride fotoğraf çekmek yasak, ancak yerden tavana kadar kitapların dizili olduğu ahşap kitaplıklar, basamaklı taş zemin ve gelişi güzel sergilenmiş kitapların kokusu gerçekten görülmeye değer. Aldığınız kitaplara kitabevinin damgası vuruluyor ve kesekağıdı içerisinde size teslim ediliyor :) 
 

Sağda yer alan dükkandan alışveriş yapabiliyorsunuz, solda yer alan kitabevinde ise antika kitaplar yer alıyor. Birçok klasiğin ilk basımını (yüksek fiyatlara) burada bulabilirsiniz. Koleksiyonerler için bir cennet burası.

 
Eski bir Roma tapınağı üzerine inşa edilen şehirle özdeşleşmiş bir yapı olan Notre-Dame, Ila de la cite adası üzerinde yer alıyor. 


3 ana girişi bulunan gotik şahesere batı cephesinden yaklaşarak her adımda daha da ihtişamlı gözüken merkezi gül penceresi, kuleleri ve taçkapılarını hayranlıkla inceledik.



Katedralin önündeyken Notre-Dame müzikali kulaklarımızda yankılanıyor :)

Taçkapı ve gülpencereye yakından bakalım...



Notre-Dame katedralinin içerisine girince engin bir hisse kapılıyorsunuz. Yüksek tonozlu merkez nef, altar, gül pencerelerden süzülen renkli ışık ile ilahi bir güzellik karşılıyor sizi.



Güney gülpencerenin vitraylarında rahibeler, 12 havariler ve azilerle çevrelenmiş İsa tasviri 13. yy’da yapılmış.




Altarın arkasında yer alan koro mahalli paravanı dua eden rahipleri cemaatin gürültüsünden ayrıştıran bir yapı olarak inşa edilmiş.



Notre Dame’da Jean D’arc heykeli ile karşılaşınca üzerinde yer alan ölüm tarihi karşısında hayrete düştüm. 12 yaşından itibaren azizlerle önsezi yolu ile iletişime geçtiği söylenen ve ülkesi Fransa’yı İngiltere’ye karşı korumak için savaşlara katılan Jean D’arc, 19 yaşındayken İngilizler tarafından yakılarak öldürülmüş bundan yüzyıllar sonra da azize ilan edilmiş.


Adadan karşı tarafa geçerken Notre-Dame’a son bir bakış…



Notre Dame’dan çıkıp çok da uzak olmayan Sainte Chapelle’e doğru yol alıyoruz. 1248 yılında inşa edilen yapının içine ilk kez giren kişiler cennete geldiklerini düşünerek hayranlıktan kalakalmış, kimileri ise bayılmış. 



Bugün bile oldukça etkileyici görünen dev vitray pencerelerden süzülen ışığa bakarken o dönemde görenlerin aklına zarar verecek kadar etkileyici oluşuna hak veriyorsunuz. Binden fazla dini tasvir içeren bu vitraylarda kırmızı, lila, yeşil, mavi, sarı renkler büyük bir ustalıkla kullanılmış.

 

Paris’te metro fazla kullanılan bir toplu taşıma aracı. Ancak biz havalar bu kadar güzelken çok uzak olmayan mesafelerde yürümeyi tercih ettik. Sainte Chapelle’den otelimizin bulunduğu Louvre’a kadar etrafı izleyerek keyifli bir yürüş yaptık. 



Objektifime takılan Paris aşıkları…


Nehir boyunca ilerlerken Pont des Arts'da kilitlerin asılı olduğu köprüde Dehan ile aşkımızı bir gece önceden ojelerle süslediğim bir asma kilitle sonsuza kilitledim :p




Akşam yemeği için Saint Germain’de sabahtan gözümüze çarpan bir İtalyan restoranına gittik. Pizzası, tiramisusu çok başarılıydı. Fiyat / kalite oranı oldukça yüksek olan mekanın tatlarından, hizmetinden ve ortamdan çok memnun kaldık.


 
Tiramisu İtalya’daki lezzet ile yarışır tattaydı ancak ikinci kupu istediğimizde kalmadığını öğrendik, bir dahaki sefere diyerek ayrıldık oradan :/

 
Paris’te yapmanız gereken şeylerden bir tanesi de Lido Show’a gitmek. İzlerken kostümlerin, sahnenin, dansın büyüsüne kapılıyorsunuz. Dansçıların çıplaklığını görmüyorsunuz, başarılı bir şovun sergilenmesine odaklanıyorsunuz. Şovun yanında düşünsel özgürlüğü de somut olarak hissedebildiğiniz bir yer Lido. 

 

Şovdan çıkınca Champs Elysees boyunca yürüyüp gece ayrı bir güzel gözüken Arc de Triomphe’a varıyoruz.

 
Arc de Triomphe gece bu kadar güzelse Eiffel’i de görmek lazım diyerek saat başı parıltılı ışıkları yanıp sönen kuleye doğru ilerliyoruz :)


 

Eiffel’in gece ışıkları ile birlikte Paris masalımızın ilk kısmını geride bırakıyoruz. Bir dahaki post daha sanatsal bir çerçevede yazılacak. Louvre, D’Orsay ve Pompidou müzelerini birlikte geziyor olacağız ;) 


Paris- Louvre, D'Orsay, Centre Pompidou, Sacre-Couer

$
0
0


Paris’te insanı sarhoş eden şeylerden birisi de özgürlük hissi. Liberte ilkesinin yukarıdan verilmiş bir hak olmadığını size adeta yaşatıyor bu şehir. Sanatı doğuşundan itibaren bir zaman çizgisi üzerinde yürüyerek izliyorsunuz. Louvre’da antik Mısır’dan başlayarak her şeyin mükemmel olarak resmedildiği dini ögeler ve meleklerde dolu Rönesans kompozisyonları, neoklasik eserler ardından, D’Orsay’de soyluları, melekleri, dini ögeleri değil de etrafında gördüğü gerçekliği bir tarla işçisinde resmederek sanatta realist akımı başlatan Millet’den Van Gogh, Gaugen, Delacroix, Renoir, Pisarro, empresyonist Monet'ye kadar birçok muhteşem sanatçının eserlerini görüp resmedilenlerin yaşattığı his ile sanatın insanı Tanrı’ya nasıl yaklaştırdığını anlayabiliyorsunuz. Daha sonra bir modern mimari harikası olan Centre Pompidou’da modern sanatın aykırı, tuhaf, kimi zaman da anlaşılmaz sanat eserlerini sindirdikten sonra 360 derecelik turunuzu tamamlamanın mutluluğu ile sanata doyuyorsunuz :)


Paris’te ilk gördüğümüz yer Louvre Meydanı olmuştu. Otelimiz meydanın karşısındaki sokakta olduğundan caddeyi geçerek bu açıklık alana adımımızı attığımız anda gökyüzünün derinliği, meydanın sakinliği ve bir o kadar da insana dehşet veren güzelliği karşısında kalakalmıştım. Uzakta Eiffel, yanımızda saydam cam piramitler ve onları çevreleyen müthiş mimari karşısında hayran olmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz.
  
Biz havaalanında birçok müzede geçen müze kart (museum pass) aldığımız için sıra beklemeden müzeye girdik. Paris’te bazı müzelerde fotoğraf çekilmesi serbest bazılarında değil. Louvre serbest olanların başında geliyor. Ben de en çok etkilendiğim tabloları fotoğrafladım. Bize gitmeden Louvre’a bir gün ayırın demişlerdi biz de öyle yaptık. Gerçekten düzgün bir şekilde eserleri sindirerek gezecekseniz tam bir gün ayırın. Yok her odaya girmem Mona Lisa’yı, bir iki de başka tabloyu görürüm derseniz daha kısa da gezebilirsiniz. Biz bu kadar muazzam eserleri bir arada görünce saatlerimizi müzede geçirdik.
Önce Antik Mısır’dan başlıyoruz. Anlıyorsunuz ki Mısır’da ne var ne yoksa (dev sütunlar dahil) gemilere yükleyip getirmişler :p Şaka bir yana Mısır’a ait hatırı sayılır bir koleksiyona sahip Louvre.


Antik Mısır’lı kadınların yüzük, kolye ve küpelerine bakın ne kadar güzeller değil mi? :)



Louvre’da hemen her odaya girmiş ve eserleri zamanın akışında incelemiş birisi olarak bıraksanız size yüzlerce kare sunarım. Ancak bu eserleri canlı incelerken alınan keyif fotoğrafları ile aynı olmayacağı için burada sizinle sadece en en beğendiklerimi paylaşacağım :) 

Çizimlerini tipik olarak her tablosunda ayırt edebileceğiniz Leonardo Da Vinci:




Raphael’in Vaftizci Yahya, İsa ve Meryem’i konu alan tablosu:

 

Dönemlerine göre oldukça cesur resimler değil mi sizce de?




Ingres’in Banyo Yapan Valpinçon'lu Kadın'ı,




Meşhur Odalık (La Grande Odalisque),


Yerden tavana tüm duvarı kaplayan Jacques Louis David’in “Horatlar’ın Yemini” adlı tablosu tek kelime ile muhteşemdi. 


Gericault’un devasa (7x5 metrelik) "Medusa’nın Salı".


Jose de Ribera’nın Yumru Ayak isimli tablosu. Dönemin Rönesans ressamlarının ışığını çalıştığı eser kilise ve meleklerin dışında yumru ayaklı dilenci bir çocuğu resmettiği için aslında realist akımın öncüsü olabilecek nitelikte (şahsıma ait bir yorumdur bir gerçekliği yoktur :p).


 
Uccello’nun San Romano Savaşı üçlemesinden ilk görebildiğimiz eser. İkincisini Floransa Uffizzi’de gördük, sıra Londra’daki sonuncu eserde :)



Puzzle’lara sık sık konu olan bu iki tabloyu tanıdınız mı?


 
Hüzün ve umutsuzluk ancak bu kadar güzel resmedilebilirdi.




Üst kata çıkarken rastladığımız "Samothrace'in Kanatlı Zaferi" adlı heykelin uçar gibi kanatlarına hayran kaldım.

 
Dillere destan güzelliği haklı olan Milos’nun Venüs’ü.


 
Vermeer’in İnci Küpeli Kız’ından sonra en sevdiğim tablosu "Dantelci Kız".


Louvre’da sadece tablolar değil sergilendikleri alanlar da muazzam bir güzellikteydi. Tavan süslemelerine bakın…





Meyve ve sebzeler hiç bu kadar yaratıcı kullanılmamıştır herhalde! :) Arcimboldo'nun sebze, meyve ve çeşitli nesneleri insan portreleri oluşturacak şekilde düzenlemesi gerçek üstü bir hayalgücü ortaya çıkarmış.

 
Biraz Monet ve Cezanne…





 
Louvre’dan çıktığımızda güneş batmaktaydı.


 
 
Paris’te Louvre’un kalbinde yer alan Hotel du Louvre’da kaldık. Napolyon III tarafından bizzat inşaa ettirilen Paris'in ilk lüks oteli olan Hotel du Louvre'unn merkezi konumu, servisi, kahvaltısından oldukça memnun kaldık.



Odamızda dinlenirken Laduree ve Pierre Hermes’den aldığımız makaronları yeme zamanı :) Sunumun güzelliği bile insanın iştahını açıyor...


 
Paris’te sabah kahvaltılarında en çok tuzlu tereyağı sevdim :) sütlü yumurta ve peynirleri de çok lezzetliydi. Sabah erkenden başlayan hayatı izleyerek kahvaltımızı ettikten sonra D’Orsay’e yol aldık.
 

 
 
D’Orsay müzesi Louvre’da yer alan sanatın ilk dönemi eserlerinden sonra modern sanata bir köprü niteliğinde muhteşem eserler barındırıyor.Rodin’in heykelleri, Van Gogh’un “Yıldızlı Gece”si, Cabanel'in“Venüs’ün Doğuşu” gibi eşsiz birçok tablo, Gaugen, Monet, Manet, Renoir, Millet gibi sanata yön veren sanatçının eserlerini görüyorsunuz.



İstanbul’da hayranlıkla gidip bahçesinde oturmaktan büyük keyif aldığımız Arkeoloji müzesinin kurucusu Osman Hamdi Bey Paris’te ilk gençlik yıllarını geçirmiş. Paris’e hukuk eğitimi için gidip şehirdeki özgürlükten, sanat ruhundan etkilenerek ressam olan Osman Hamdi Bey ülkesine dönünce sanat adına bir şeyler yapmak için Osmanlı’da ilk güzel sanatlar akademisini Çinili Köşk’e kurup sonrasında Arkeoloji müzesini genç bir Levanten olan mimar Vallouri’ye (Pera Palas’ın mimarı) inşa ettiriyor. Paris’e bu kadar aşık olduktan sonra İstanbul’a bunca güzel eser kazandıran Türk sanatının kendisine çok şey borçlu olduğu Osman Hamdi Bey’in bir tablosunu D’Orsay’de oryantalizm bölümünde görmek bizi çok duygulandırdı. D'Orsay eski bir tren garından müzeye çevrilmiş muazzam bir yapı. Zamanında gardaki yolculara hizmet eden devasa saat artık müzenin en ilgi çekici eserlerinden biriymişçesine ziyaretçilerin ilgisini üzerinde topluyor.


D'Orsay’de fotoğraf çekmek yasak olduğu için eserleri görüntüleyemedim. Paris’te yapılması gerekenlerin en başında geliyor D’Orsay’e gitmek. Yarım gününüzü ayırmanızı tavsiye ederim, eserleri sindire sindire incelemek ve sanatın büyüsünü duyumsayabilmek için.


 
 
Sonrasında Centre Pompidou’ya yürüdük. Paris’te her sokak, dükkan, meydan ayrı güzeldi. Yolda Kusmi Tea isimli bir çay dükkanının renkleri bizi içeriye çekti. Burada farklı aromalarda bir sürü çay satılıyor biz 3 paket aldık ancak daha da almadığımıza pişman olduk. Aromaların kokusu, tadı çayları her yudumlayışta ayrı bir lezzet bırakıyor damağınızda :)


 
 
Bir makaron dükkanı daha, Paris’te her köşede görüp hepsinden tatmak istiyorsunuz :)





Mimari yapısı bile başlı başına bir şaheser olan tarihi Opera Binası…

 
Modern sanat eserlerine ev sahipliği yapan Centre du Pompidou’nun içine girmeden bir eser gibi hazırlanmış dış cephesi karşıladı bizi.


Burada anlamlandırabildiğimiz ve anlamlandıramadığımız birçok eseri inceledik. Çok sevdiğimiz Gerhard Richter’in eserleri gezici sergi ile sunulmaktaydı, museum pass kartımız bu sergiyi kapsamadığından müzedeki diğer eserler için geçiş kartımız bulunmasına rağmen bir daha bilet almak zorunda kaldık. 3D çok etkileyici birçok eser de sergilenmekteydi. Bir iki Picasso eserini fotoğrafladım.





“Odalık” adlı eserin Picasso tarafından post modern yorumu.


 
Bu eserin takvimi vardı odamda ben çocukken. Gerçeğini ummadığım bir anda karşımda görüne heyecanlanıverdim :)

 
Richter’in en ünlü eserini tanıdınız mı? Fotoğraf karesi kadar gerçek yapılmış bu tablo önünde insan hipnotize olmuşçasına kalakalıyor.

 

Gerhard Richter’in sanat anlayışı herhangi bir tarzı benimsememekten geçiyor. Fotoğraf hatları kadar keskin eserleri de, fotoğraf üstüne yapılmış kendine has tarzda çalışmaları da, eskizleri de, soyut eserleri de birbirinden bağımsız, farklı ustalıklarda resmetmiş sanatçı.




 
  
Sacre-Coeur’un bulunduğu Montmarte semtine doğru yaklaşık 15 dakikalık bir araba yolculuğu yapıyoruz. Daracık sokaklar, pervazlarında renkli çiçeklerin göz aldığı taş evler o kadar güzeldi ki bu sıcak yaz gününde yolculuk hiç bitmesin istedik.
 



Dilerseniz önce Montmarte sokaklarını gezelim. Biz Paris tatilimiz boyunca bir daha gelmek istesek de buraya vakit bulamadık ancak sokak sanatçılarının tezgahları, şirin evlerin çevrelediği sokakları ile  bu sevimli semt Paris’in simgelerinden birisi oldu bizim için.
 



 







Bir makaron dükkanı daha :) Montmarte sokakları Paris deyince insanın aklına gelen o epik görüntüyü adeta zihninize kazıyor :)




Makaron yemedim ama kim waffle yiyemezmişim diyor :p Sacre-Coeur'ün kulelerine tırmanmadan önce enerji depolamak lazım!



Sacre Coeur tepede yer alan çok güzel bir kilise. Buradan Paris’in manzarası eşsiz. Hele daracık merdivenlerde 400 basamak tırmanacak gücünüz varsa tepede sizi karşılayan Paris manzarasını tarif edecek bir söz yok :)
 




Sacre-Coeur’ün en üst kubbesi Eiffel’den sonra Paris’in en yüksek noktasıymış. Biz kilisenin içini gezmeden waffle’dan aldığımız önce aldığımız enerji ile basamakları tırmanarak 360 derecelik görsel bir tur yaptık.

 

Kulenin tepesinde hatıra fotoğrafı çektirmemek olmaz diyerek sırayla Dilem ve ben çekildik :)



 
Taa uzaklardan Eiffel ufak bir nokta olarak gözüküyordu.

 
Yukarıda yarım saat kadar kaldıktan sonra kilisenin altında yer alan bodruma indik. Havanın nemli sıcağından sonra klimalıymışçasında serin taş duvarlara yansıyan loş ışığı takip ederek mezarları ve yolun sonunda yer alan ufak bir şapeli gezdik. Sacre Coeur, kutsal yürek anlamına geliyor. İsa'nın kutsal yüreğine adanmış kilisenin yapılması için girişimde bulunan Katoliklerden birisinin kalbi vücudundan ayrı olarak bodrumda gömülü bulunuyor. Kutsal Yürek'in Fransa Prusya savaşında Paris'i saldırıdan koruduğuna inanılıyor.


Montmarte’dan güneş batarken ayrılıp akşam yemeği için L’Entrecote’a gidiyoruz. Burası salyangoz yeme fikrine alışamayan Türk aileleri için olmazsa olmaz bir yer :P 

 
 
İçeriye girmek için sıra bekliyoruz, gelmeden önce bu konuda bilgi sahibi olduğumuz için 3-4 masada Türk aileleri görünce şaşırmıyoruz :) L’Entrecote sevimli, yerel bir mekan. 

 
Saint Germain’de bulunması burayı sevmem için yeterli bir sebep.


İngilizce menünün olmamasına biraz şaşırsak da yiyeceğimiz şeyi bildiğimiz için kısaca “antrikot istiyoruz” dedik :)

 
Önden salatalar servis ediliyordu, bir önceki serviste salata bittiği için bekledik. Son servisteki salatayı alsak yapraklar ölmüş olur muydu bilemiyorum ama yeni turda gelen salata gayet lezzetliydi. 


Et iyi pişmiş bir şekilde Cafe de Paris sosu ile servis ediliyor. Etimiz yeni kızarmış ve sıcaktı, sosunu da sevdik ama patatesler daha sıcak olabilirdi. Ailecek gittiğimiz mekanın genel olarak lezzetlerinden (ve de anne babamızın yiyecek bir şey bulmakta zorlanmamasından) oldukça memnun kaldık.

 
Yemeğimizin üstüne profiterol ve oraya özgü bir makarona benzeyen kurabiyeler arasında dondurma ile yapılan bir tatlı yedik. Her ikisi de aşırı lezzetliydi diyemem ama sunumları güzeldi.


 
Böylelikle Paris gezimizin sonuna geldik. Birçok şeyi yaptık ama yapamadığımız bir o kadar da çok şey kaldı, Paris’e doyamadık ve bu aşk kokan şehirde Sevgililer Günü’nü kutlamaya karar verdik :)


Son kare olarak gece, ışıkları yanarken görmeye bayıldığım Eiffel ile Paris'in son postunu noktalıyorum. Gezimizden keyif almış olmanız dileğiyle :)


Kitaplaşma, Hediyeleşme ve Blogger Arkadaşlığı Üzerine :)

$
0
0

Baykuş Gözüyle bloğunun sahibi sevgili Nathalie’nin ilk kitaplaşma postunu okuduğumda nasıl imrenmiştim. Düşünün keyif aldığınız satırları birisi sizin için seçiyor, siz onun beğeni dünyasının penceresini aralamış oluyorsunuz o kitap ile.


Sevgili Nathalie, beni kırmayarak kitaplaşmayı önerdi ve heyecanlı bir bekleyiş başladı benim için. Birbirmize iki kitap hediye edecektik, birisi bizim seçtiğimiz diğeri kitabı alanın seçtiği. Araya bayram girdi ve sonra bir gün iş çıkışı adıma bir paketin geldiğini söylediler. Bir süre o paketi açmadım, göz göze durduk. Açmaya kıyamadım özenli paketini. Sonra içinden kitapların yanında son derece içten yazılmış bir kart, bana diyetimi seve seve bozduran çikolatalar, kitaplarım ve de bugüne kadar gördüğüm en zarif kahve takımı çıktı.


Kitaplaşmak bile benim için yeterliydi ama böylesine özenli bir yaklaşım Nathalie’nin arkadaşlığı bana blogger vasıtası ile edinilen arkadaşlıkların ne kadar samimi olduğunu bir kez daha kanıtladı. Kendisine çok teşekkür ediyorum ve sevgilerimi yolluyorum :) Ben de bu güzel fincanlarda kahvemi yapıp kitabımın ilk satırlarını okudum :)


Günümü aydınlatan diğer bir güzellik ise Missipisi’nin çekilişinden kazandığım hayvanlara zarar vermeden üretilmiş kozmetik ürünlerin yine bir kitap J.S.F’ın “Hayvan Yemek”ile birlikte armağan edilmiş olmasıydı. Yine blogger vasıtası ile tanıştığım, kendisi ile konuşmadan bir günümün geçmediği bu güzel insana varlığı, kedi sevgisi ve bana kattıkları için teşekkür ediyorum :)

“I’m not a nugget” ve “I love animals” magnetlerini ilk gördüğüm anda bayılmıştım, her ikisi de buzdolabım üzerinde yerlerini aldılar! :)



Hediyelerle dolu bu postun son kareleri de sevgili kardeşime ait. Teras için bu güzel dekoratif eşyalarıseçmiş. Gezip gördüğümüz yerlere ait dekoratif plakalar ve terasta boş kalan son duvar için çift ayna kullanımı :)





Bu güzellikleri en kısa zamanda asarak da fotoğraflayacağım. Nereden olduğunu merak edenler için the woo’dan ;)

Floransa - Piazza Della Repubblica, Ponte di Vecchio & Pisa

$
0
0
Floransa’da yağmur durmamacasına yağdı. Pencerenin pervazına bir bardak koydum, gökyüzünden düşen damlalar içerisinde birikip taştı. Sonra bir damla mürekkep damlattım bu suya, nasıl ki boya yavaş salınımlarla yumuşak bir şekilde dağılıverdiyse Floransa’nın güzelliği de aynı şekilde dağıldı içimde.



Floransa geçmişe açılan bir kapı gibi. Renkli tarihi binaları, havada somut bir şekilde kokusunu alabileceğiniz sanat eserleri, başta size labirent gibi gelen ama birkaç kez turladıktan sonra ezbere bileceğiniz sokakları ve etrafa gelişi güzel serpilmiş gibi duran göz alıcı çiçekleri ile mütevazı bir cennet.


Floransa’da şunu yapın bunu yapın demek istemiyorum, bu karakterli, eşsiz ortaçağ kentini içselleştirmek için kendiniz keşfedin. Sokakları adımladıkça kendinizi daha da buraya ait hissedeceksiniz. Şehir sizi adım adım içine alacak.

Biz Floransa’da neler mi yaptık? Önce Repubblica Meydanı’na yürüyüp tüm cömertliği ile gökyüzünde parlayan güneşin tadını çıkardık. 




Yaşımıza başımıza bakmadan meydandaki atlıkarıncaya bindik :)
Meydanın köşesinde yer alan Gilli’de serin, altın çilekli Bellini'lerimizi yudumladık.


Piazza della Signoria Meydanı'na yürüdük. 

 
Michaelangelo’nun ünlü Davud heykelini (replikası) selamladık.

 

Her biri ayrı bir hikayenin en etkileyici sahnesini sonsuzluğa sabitlemiş heykellerin önünde dakikalar geçirdik.


 
    

Aslanların gözünden meydanı izledik.




Louvre ve D’Orsay’den sonra bir müzeden bu kadar etkilenemezdik derken Uffizi’yi gezip Boticelli’nin Venüs’ü karşısında eridik bittik. Müzenin hemen yan sokağından Ponte di Vecchio'ya giden kemerli yoldan yürüdük.

 
Çiçekler kenti Floransa’nın akşamüstü güneşine boyanmış renklerini içimize çektik. 
 
 
Köprüyü geçince solda kalan Open Bar adlı restoranda şimdiye dek yediğimiz en iyi deniz mahsüllü risottoyu yedik. Köprünün ve nehrin en güzel buradan göründüğüne karar verdik :)

 
 
Floransa sokaklarında kah mağazaları, kah insanları inceleyerek gördüğümüz her dondurma dükkanına girip farklı gelatoların tatlarına baktık :)

 
Blogger'ın bize armağanı olan dünya tatlısı SvGLove ve Lilamoonlight ile İtalya'da bir araya gelerek bir Irısh Pub'da kokteyllerimizi yudumlayarak su gibi akan zamanda inanılmaz keyifli vakit geçirdik :)


Ertesi gün bize meydan okuyan bulutlara inat Pisa’ya gittik.

 
Kulenin eğri duruşunu bilmemize rağmen görünce hayretle karışık bir hayranlık duyduk :) Yapının mimari güzelliği de beklentilerimizin üzerinde bir görsellik sundu bize. Kulenin tam karşısındaki minik kafede, dışarıda yağmur yağarken tentenin altında, leziz sandviçlerimizi yerken dakikalarca bu güzel manzaranın keyfini çıkardık.

 

Merkezkaç kuvveti sebebi ile eğri bir kulenin basamaklarını tırmanmanın iki kat zor olduğunu deneyimleyerek gördük :) En tepeden, kanat çırpan kuşlarla aynı hizadan seyrettik Pisa’yı.

 
Pisa’ya geliş amacımız belki de tüm Toscana bölgesinin alamet-i farikası olan Pisa'nın eğri kulesini görmek olduğundan çok mutlu bir şekilde ayrıldık buradan. Pisa ufak bir yer, etrafta kule dışında sizi kendisine hayran bıraktıracak ekstrem bir güzelliği yok ancak siz de bizim gibi bu kadar farklı bir yapının güzelliği zaten gezme sebebi olarak yeterli diyorsanız görmeniz gereken yerlerden birisi de Pisa derim. Bir sonraki durağımız Venedik olacak, gondol turumuz başlıyor binmeyen kalmasın! :)


Gümüşali.

$
0
0




adı, gümüşali
tanımazsınız onu
saklanmayı bilir,
yanınızdan geçip gitmeyi
saygılıdır, sessizdir
öfkesine saklar kendini
bana arkası kuşlu bir cep aynası vermişti
bazı baktıklarımda ansızın çıkagelir

kaç dağ bildim onun için, kaç memleket ezberimdir
el yazılarına girdim çıktım görürüm diye
kaç hikayenin içinden selamsız geçtim
kayalar, kuşlar, kafiyeler şahidimdir

uçurumlarda yitirdim sesimi
han rüyaları uykularımı aldı benden
gazabı tenha tüfekleri yağladı yıldız yoksulu gecelerim
tenimin tülüydü yüzümde saklanan peri, suya düştü
ummadığım köprüleri geçerken

bir tas suyu fırat bildim
iki yıldız yetti bir gece yapmaya
bir tutam ottan çattım
içinde kaybolduğum ormanları
kuş gömleğimdi uçmak için
tutulmak için ateşe attım
kendimi
dedim, gümüşali
bildin mi beni?

uçarı hançerdi belimin kunt kuşağında
kor zamanların sularında yıkadım ellerimi
günahlarını ödediklerimin kanını
dokundurmadım masumluğuma
koç ile bıçak arasında durdu adanmış boynum
eğdikçe kıldan ince bir besmeleyi
ölüme hamayıl tuttum
bayramlarda azala azala
büyüdü cesaretim
ölmekten geçtim hem yettim yaşamaya
yeminliydi hançerimin kabzası
kimsenin gölgesini düşürmezdi suya
düşmanımdan önce kendi tenimde biledim
dedim gümüşali, gözlerime bak vurmadan
vurmadı, mutluluk fazla geliyor bazı ölümlere
ölsen olmuyor, yaşanmıyor ölmesen de
bunu bir ben, bir gümüşali bildi
kimsenin geçemediği şiirlerimde
hem benden firardı, hem başkalarından gizlendi

onu görmeyeyazdım kaç şiirimi
içinde rastlarım diye, yazdıkça
hatırasını bırakıp koynuma
yemin tutan gözleriyle
kör etmişti gecemi
o gün bugün onu arıyorum
körler kadar karanlıktan emin
eller, duvarlar boyu
ilerliyorum ikimizden yapılma karanlığın içinde
nerdesin gümüşali,
nerdesin?
aramakla zehirlendi sol elim,
uzaklaşıyorsun benden kındaki bıçak gibi ilerledikçe içimde
kaçmak dediğin ne ki, adın duruyor yüzüne baktığım dualarda
aşk da bir çeşit intikam, insan bunu da öğreniyor
öldürüldükçe... ette dönen bıçak, şiirde akan kan
kalpte büyük zaman durmadıkça

tarihe tarih düşen boynundaki sahtiyan
gençliğimdi, muskanın kilidi
mahsus selam eden mahpus resimlerin
bir güle, bir buğdaya ettiğin iki yemin
aile atından indiğin ağacın soyu
ikimizin
iç içe uyuyan ikiz yılanlar gibi kollarımızın kaderi
dolaşmış birbirimizin boynuna
ben buradayım, ikimizin hatırası burada,
ya sen nerdesin gümüşali?
yokluğun yetmiyor yaratmaya
ya beni hiçliğine al
ya eller içimi öldürmeden çık ortaya!

adı, gümüşali, bana öyle demişti
tanımazsınız onu, belki de bana öyle demişti
saklanmayı bilir, görünürken de
yanınızdan ecel gibi geçip gitmeyi
saygılıdır, sessizdir, ölçüsü gecelerdir
öfkesine saklar kendini, pençeleri her dil bilir,
bana arkası kuşlu bir cep aynası vermişti, kuş duruyor ayna uçtu
bazı baktıklarımda ansızın çıkagelir, dağılıp
kapladığı havaya
çıkagelir başka adlarla
gökyüzü gibi gözlerimde uğulduyor sureti
arayıp durduğuma bakmayın
belki görsem tanımam bir daha

bana, adım, gümüşali demişti, bu kadarı yeter bana
vaktim azaldı, hiçbir şey istemiyorum ondan
belli olmaz, her an çekip gidebilirim
nice kalp düşürmüşüm yollarda, nice dayanıksız hatıra
seyreldi suyu nehirlerin, çöl bitti yazılmaktan, dağların ölüsü tükendi
kurtlar gibi şehre indim aşktan
şehrin kanunları yabanım
mardin kalesinden bu yana izini sürdüm
gümüşali, artık seni bulmalıyım
eskiden olsa aşk derdim
şimdi vedalaşmak diyorum buna   



Murathan Mungan

 

Ateş Damlaları

$
0
0





Seni terketmek
Aptalca bir oyun değil mi aslinda
Kendimi terketmeli değil miyim
Sapmamak icin bir başka çikmaz sokağa?

Karşımda öyle sevilmeyi bekleyen kediler gibi durma

Göğsünün içinde uçan
O küçük kuşu dinledim
Sen uyuyordun
Ve uzaklara gitmiştin
En çok beni sevmeni istedim
Bencil bir hapishaneydi ruhuna düşen sesim

Sesimi işittin mi?
Çok uzaklardan
Hep seninle coğalmiş bir yürek
Sana seslendi gecenin içinden

Oysa o vurulmuş bir ceylandi
Ve seni yardima cağirdi

Umarsiz bir çığlık büyüyüp tükendi gecede

Anlayamıyorum
Niye böyle kırık bir dal
Denizde yalnız bir sandal
Yalnızlıkta bir ateş
Peşinde bir rüzgar
Ve hala sever gibiyim

Beni acıların uçurumuna iten sen değil miydin?

Sevgilim
Dalgalar nefesimi kesti
Dünyanın genişliğinde açıldı yüreğim

Sana bir şey söyleyeceğim
Ama ne söyleyeceğim?

Böyle çok sevmenin var mı bir adı?

Su esrik yüreğim depremlerle sarsılıyor

Sana bir şey söyleyeceğim
Ama ne söyleyeceğim?

Bana öyle başkasina bakar gibi bakma

Yitirmek istemedim kokunu
Ve tadin büyülü bir ateşti dudağımda

Dayanilmaz yokluğunu duydum
Gökyüzünden düştüm yere yaralı kuşlar gibi

Yalnizca yalnizliğimi degil
Kendime fısıldadığım bir küçük yalanı da alıp gitmek istiyorum artik

Coşkum çarpıp kırılıyor göğsündeki kayaya

Küskün bir deniz gibi geri çekileceğim

Yorgunum seni sevmekten
Beni bir yazgi gibi kuşatan bu duygu
İçimde baslattı büyük isyanı

Seni bir masalın içinde buldum
Ve aşk koydum adını
Kucağında taşıdın beni kaf dağına
Sonra unutup gittin orada

Bu masalin sonunu bilmek istemiyorum

Neşe Yasin
Viewing all 111 articles
Browse latest View live